Kaç gündür, SYRIZA’nın zaferini dünyanın her yerinde ezilenlerin bir zaferi- olarak görmeme rağmen, Türkiye’de bu zaferden pay çıkaranlara niye bu kadar sinirlendiğimi düşünüp duruyorum. Türkiye’nin SYRIZAsı Çiprası iddiaları niye çiğlik duygusu yaratıyor bende? Aslında benim öfkem galiba buradaki benmerkezciliğe.SYRIZA’nın üzerinde yükseldiği, siyasal temsiliyetine soyunduğu ve ümit ediyoruz ki bundan sonra da bağını güçlendirerek devam ettireceği mücadeleler söz konusu olduğunda neredeyse kör sağır olan ahali….seçim zaferi sonrası “SYRIZA benim” diye davul çalıyor. Anlıyorum başarıya açsınız. Ama o başarının altında binlerce yenilgi var. Diğer yandan mesela Skouries’de altın madeninin işletmesinin durdurulması pek bir önemli haber. İki sene kadar önce Skouries’te altın madenine karşı mücadele edenlerle dünya çapında bir dayanışma günü ilan edildi. “E hadi buradan bir dayanışalım” dedik. Yapacağımız da bir basın açıklaması. Doğrusu kimseyi herhangi bir eylem konusunda ikna etmek mümkün olmadı. Eften püften her şeye basın açıklaması yapmayı adet haline getirmiş sol ahali bu konuya ilişkin bir basın açıklaması yapmayı hor gördü. Daha da vahimi şuydu aslında Skouries’i mahvetmeye niyetli Eldorado şirketi Kışladağı da Efemçukuru’nu da mahveden şirket. Zaten adamlar Romanya, Türkiye ve Yunanistan’ı bir bölge olarak alıyorlar. Hadi Skouries için yapmadın bari buradaki kadim düşmanına çemkir. Yok! Sonra “vay SYRIZA Skouries’de altın madenini durdurdu!” He!Varsayalım SYRIZA bu seçim başarısına imza atmadı. Orada yapılan sosyal klinikler, dayanışma mutfakları, göçmenlerle dayanışma örgütleri, zaman değişimi organizasyonları, işçilerin işverenler tarafından terk edilmiş fabrikalarda hayata geçirmeye çalıştıkları özyönetim deneyimleri, altın madenine karşı mücadele, termik, nükleer santrallarına karşı mücadele daha az anlamlı mı olacaktı?…daha az mı öğrenecektik onlardan…Dünyanın her yerindeki mücadelede hangi tarafta olduğuna bir türlü ayılamayan, o mücadelenin kendi mücadelesi olup olmadığını anlamayan, “memleket elden gidiyor siz Bangladeş’teki işçinin hakkı hukuku ile uğraşıyorsunuz” diye cık cıklayan, bu mücadeleler ile bağ kurmayı turizm sayan zihniyet. Ben size ne diyeyim? SYRIZA’nın seçim kazanmasına, hükümet olmasına ne sevindiniz be! Ama burada sandık değil sokak değil mi? Olmadı boykot.Velhasıl, Türkiye’nin SYRIZAsı var mı? Bence yok! Olabilir mi? Ne güzel bir ihtimal! Ama onun için Kaf dağındaki burnumuzu bu pis gerçekliğin içine sokmak, ezilenlerin sofrasına gönül indirmek, her iki yanımızdan, doğumuzdan ve batımızdan da, SYRIZA’dan da Kobane’den de öğrenmek durumundayız.Büyük siyasetinizi yapın, zamanıdır. Tam lazım olduğu vakit! Seçimse seçim, ittifaksa ittifak! Ama metal grevinin ertelenmesinin gayet siyasi bir saldırı olduğunu idrak edip, hep birlikte asıl bu konuda eylemde ittifak ederek karşılık veremediğimiz oranda o ittifakla-büyük siyasetle kalırız. Şu an AB, tahvilleri almayacağını açıklayarak SYRIZA hükümetine meydan okuyor. SYRIZA bu durumda kendi gücüne yaslanmak durumunda. Sintagma Meydanı’nda mücadele yeniden ısınıyor. Eğer SYRIZA toplumsal iktidarı örgütlemeye, sosyal hareketlerle bağ kurmaya hamle etmeseydi eli böğründe kalırdı şimdi. Velhasıl mesele sadece baraj aşıp aşmamak, hükümet olup olmamak değil, mesele onun diğer tarafında zaten.
Yunanistan
Daha öncekinden aydınlık olmayan yeni bir döneme giriyoruz. Dünyanın her yerinde neredeyse her taş yerinden oynuyor. Dünyanın her yerinde savunma halindeyiz. Bugüne kadar elimizde müşterek olan ne varsa ona hayasızca saldırılıyor. Saldırının hafiflemesine dair bir emare görülmediği gibi, daha da şiddetleneceğine dair emareler kol geziyor. Birbirinden farklı iç dinamiklerini görebiliriz, ama ortak olan nokta şu ki; kendimizi savunmak için isyan etmekten başka çaremiz kalmamış. Sol bu isyanlara hazırlıksız yakalanmış durumda. Bir yanda sosyal hareketler, kendiliğinden sokağa çıkan binler, milyonlar var. Diğer yanda sendikalar, partiler, siyasi örgütler. Bir önceki dönemin şartlarında kurulmuş ve kurumsallaşmış, kurumsallaşırken de -karamsar ifadeyle söylersek- asli işlevini yitirerek sistemin kullanışlı birer aygıtına dönüşmüş yapılar. Sistem içinde oluşmuş bulunan çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı. Buna isyanların asli kitlesinin mevcut siyasetle temsil edilmediğine olan derin inancını ve mevcut siyasi kurumlara olan tiksintisini de eklersek aradaki uçurumun derinliği daha iyi anlaşılabilir. Diğer deyişle ve kısaca, tüm bu isyanları nihai hedeflerine kavuşturacak sol bir siyasetin ve onun örgütlerinin inşası epey geriden geliyor. Aradaki bu mesafeyi aşmak için dünyanın her yerinde -bizde de olduğu gibi- arayışlar mevcut. Genellikle bu arayışlar bir yandan mevcut siyasi yapıların korunması, diğer yandan sosyal ve kendiliğinden hareketlerle bağlar inşa edilmesiyle vücut buluyor. Bunun Avrupa’daki örnekleri ise Die Linke, Syriza, Podemos, sol birlikler ve cepheler.Bu arayışların akıbeti hakkında fikir verici olansa, herkesin adeta nefesini tutarak beklediği 25 Ocak’ta yapılacak Yunanistan seçimleri. Sadece sol ve Syriza’nın ittifakı olan partiler değil, tüm siyasi aktörler bu seçimin sonuçlarıyla ilgili. İspanya için ise neredeyse kendi kaderlerini önceden gördükleri bir önseçim. İspanya Başbakanı Mariano Joy geçen hafta tepe üstü yuvarlanmak üzere olan Samaras’a desteğini açıklamak için Atina’daydı misal. Zira Samaras giderse sırada kendisi var. Aynı şekilde 2014 Martı’ndaki seçimlerde önemli başarı sağlayan Podemos’un sözcüsü Pablo Iglesias, 22 Ocak’ta Syriza’nın son mitinginde Alexis Tsipras ile birlikte sahne alacak. Syriza ise muhtemel iktidarını hazırlıklı karşılamaya çalışıyor. Avrupa Sol Partisi toplantısında ayrıntılı ekonomik programını sunarak, iktidar olmak için neoliberal politikaları savunan partilerle işbirliği yapmayacağını ifade ettiler. Gelecek ne gösterir bilinmez. Financial Times gibi gazetelerde ise muhtemel Syriza iktidarı senaryoları tartışılmaya devam ediyor. Kimi yazarlar, Syriza ve benzeri sol partileri olduğu gibi, aşırı sağ partileri de ‘popülist’ olarak niteleyerek ‘iki uç-radikal’ teorisini ileri sürüp birkaç ihtimal üstünde duruyorlar. Bunlardan biri Hollanda örneğinde olduğu gibi partilerin önde gelen figürlerinin geçmişleri ya da herhangi bir kusurları ile kamuoyu önünde itibarının yok edilerek partinin de ‘püf’ diye siyaset sahnesinden çekilmesi. Yahut bu partiler tarafından örneğin borçların ödenmesi kadar ödenmemesinin yaratacağı krizlerin karşılanamaması. Bu durumda örneğin Syriza yükselttiği umutları da yok ederek ve beceriksizlik damgası yemiş olarak sönümlenebilir diye tahminde bulunuyorlar. Diğer senaryoları, anaakım partilerin kendilerini toparlayarak, yüz yıl önce yaptıkları gibi sosyal refah devleti politikalarına geri dönerek radikal-popülistleri sandıkta yenmeleri. Başka bir senaryo ise popülist partilerin teoride önerdiklerinin teoride ve kâğıt üstünde kalması ve pratikte radikal politikalarını hayata geçirmek yerine neoliberal-anaakım politikaları benimseyerek sönümlenmeleri. Buna Yunanistan örneğinde Syriza’nın PASOK’laşması ihtimali diyebiliriz. En korkulan senaryo ise yavaş yavaş canlanmaya başlayan Yunanistan ekonomisinin Syriza iktidarı ile daha da iyiye gitmesi. İşte bu egemenler açısında tam bir panik anlamına gelebilir.Egemenlerin Syriza ile ilgili kâbus ve hülyaları bunlar. Bizim için ise parlamenter yolla iktidara gelmekle toplumsal olarak iktidar olabilmek arasındaki mesafenin kapanıp kapanmayacağına dair, çağımızın sınırlarına dair, zafer ya da yenilgimize dair bir ders olacağı açık. Kendi durumumuzu başka bir yazıya bırakarak kısaca şimdilik hepsinin bedeli hepimizin üzerine olacak demekle yetinelim.
Bugün basit bir bilimsel gerçek olarak kabul edilen dünya ve gezegenlerin güneşin etrafında dönme hadisesi tarihsel olarak netameli bir konudur. Bunu iddia eden biri: Bruno yakılmış, bir diğeri: Galileo “görmedim duymadım bilmiyorum” diyerek idamdan son anda kurtulmuştur. O esnada dişlerinin arasından “siz ne derseniz deyin dünya dönmeye devam ediyor” diye fısıldadığı rivayet olunur.Geçtiğimiz haftaki yazım içerisinde memlekette yüzde birlik bir azınlığa mensup olduğumu belirtmiştim. İşte dünya ve güneş bizim etrafımızda dönmediğinden kast ettiğimin bir parti olmadığını açıklamak zorunda hissediyorum kendimi. Maalesef daha da vahimi kast ettiğim soldur.Yüzde bire gelelim. Bugün yüzde bire ulaşmak için alınması gereken oy beş yüz yirmi altı bin dokuz yüz elli sekizdir. Moral olsun 1999 yerel seçimlerinden başlayalım. Oy oranımız parti olarak %0,84. Üzerine SİP/TKP çizgisi (%0.07) ile EMEP (%0.09) oylarını ekleyelim. 300 bin çok kıymetli oy. Nerdeyse %1. “Amblemi koysak %3 alırız” beklentisi içinde boğulup gitti. 2009 toplam oy: %0,5. 2014 de ise %0.21 (EMEP hariç). HDP içine kaçmış ya da kaçmamış sol da bu rakamların içindedir ve bu ilişki ayrı bir tartışma konusudur. Kaçmamış olanlar doğrudan CHP seçmeni değilse eğer.Peki, “devrimciler ve sosyalistlerin seçimle parlamentarizmle ne işi olur? Bizim işimiz sokak” diyorsak? Hem de sokak deyince parlamento içindekilerle bir pazarlık vasıtası “yüksek siyasete” dahil olma malzemesini kastetmiyorsak? Dünyanın neresinden baksanız asıl mesele budur. Yunanistan’da Syriza, radikal sol bir parti olarak yerel seçimlerden ikinci parti olarak çıktı. Ancak toplumsal mücadelenin aktörleri hala toplum içerisindeki örgütlülük düzeyi konusunda son derece karamsarlar. Syriza’nın kitleselleşme ve oy uğruna zaman zaman sağa bükmesi ise bu huzursuzluğu arttırıyor. Bu, parlamentarizmin çıkmaz sokakları konusunda ciddi bir uyarı. İktidar değil, toplumu dönüştürmek istiyoruz neticede. Örgütlülüğümüz güçlenmedikçe, ne sistem, ne de onun her daim piyasaya sürülen köpekleri faşistler karşısında şansımız var.Bizim sokaklara bakalım. Seçimler deyince demokratik değil, barajlar, hazine yardımı vs. Peki biz hangi eylemimizle-tüm sol olarak- 500 bin değil 200 bin kişiyi sokağa dökebiliyoruz? Biliyorum şiddet, zor, zulüm ve ölümle cezalandırılıyoruz sokağa çıkınca. Haydi sokağa dökemiyoruz, en azından bu kadar insanla canlı siyasal bir ilişki, hatta sadece sürekli bir ilişki yürütebiliyoruz? “Gezi” diyecekseniz söyleyeyim. Gezi’yi sol olarak -yaratmış olmayı canı gönülden isterdim ama- biz yaratmadık. Bütün şaşkınlığımızla, -zor, zulüm ve ölüme rağmen- sokağa çıkan o devasa dalganın içinde yer aldık. Neyse ki sağa kaymasının önüne set çekebildik. Milyonlar dert ve öfkelerini sol bir çerçeveden ifade ettiler. Şimdi kendimize sorup durmamız gereken şu; bunca öfke bunca cesaret oradaydı, sol olarak bizim örgütlerimiz o ana kadar bu öfkeyi ve cesareti nasıl ve niye kapsayamadılar? Bu soruyu sormak ve cevapları doğrultusunda adım atmak zorundayız. Durumumuzun yalnız baskı, baraj, yasal ve fiili engellemeler ile açıklarsak yanılırız. Durumumuz senelerdir barajlardan yakınan sendikaların kimi vakalarda çeşitli uluslararası düzenlemeler sayesinde atılan işçiler geri alındırıldığında bile örgütlenemeyişine benziyor. Yapısal.Hazır söz sendikalara gelmişken, sendikalar solun geleneksel olarak kitlelerle temas alanları. CHP görüşmesinde Kılıçdaroğlu’ndan da uzun bir yakınma dinledik solu inşa etmek bahsini açtığımızda. Sol sendikalardan “temizlenince” ezilen sınıfların çıkarlarını savunmak yerine kendileri için çıkar örgütlerine dönüştüler. Yönetici pozisyonlarının her şeyin üzerinde tutulduğu örgütler. İşveren ve hükümetlerle ezilenlerin hak ve çıkarlarını temsil ederek mücadele etmelerinin tek garantisi siyasi bel kemiği kırıldı zira . Bu yüzden de hızla güç ve itibar kaybettiler. Bunun diğer ucu ise örgütlerinin sorun ve çıkarlarını işçilerinkinin önüne koyan ve kendini dayatan bir sendikasız sendikacılık olageldi.Peki bütün bunlar “sol’un Allah belasını versin! Mahvolsun bitsin gitsin!” mi demek?… Peki bunlar “canım bu çağda sendikanın modası geçmiştir artık sendikaya ne gerek var !” mı demek? Senelerdir bu tür sendika ve sol düşmanı söylemlerle başımızı yiyen liberal sol anlayış avcunu yalasın. Ama her eleştiriyi “aha! Liberal buldum” konforu ile savuşturanlar da aynısını yapsın. Bugün her gün yıkmak üzere inşa edeceğimiz, bürokrasiden çok işverenle uğraşabileceğimiz, gerçek mücadele ve sınıf örgütü olacak sendikalara ihtiyacımız var. Ve evet, bu sendikaları politik kılacak özgünlüklerini tanıyarak onları toplumu değiştirip dönüştürecek temas noktası olarak işlevlendirebilecek kendisi ile değil sistem ve onun temsilcileri ile uğraşacak gerçek örgütlere ihtiyacımız var. En çok onlara ihtiyacımız var.Bu halimizle mutlak bir azınlığı oluşturuyoruz. Çok küçük . Çok önemli. Cirminden fazla yer yakan, başımızı döndüren bir önem. Ancak mutlak azınlık olmanın en kötü tarafı sizi bir kimlik siyasetine hapsetmesidir. Yani ancak azınlık kimliğinizle bir temsil bulabilmeniz. Bu kimliğe hapsedilmeniz. Bizim durumumuzda diyebiliriz ki “devrimci, sosyalist, sol” kimlikleri “korumak” önceliği, onların gereğini yapmaya vermekten bizi alıkoyacak kadar yakıcı olabiliyor. Yani devrimciliğin sosyalistliğin ve sol olmanın gereği ezilenlerin örgütlenmelerini inşa etmektir. Onları neye örgütleyeceğimiz ise tabii ki solun teorik pratik inşasını içeriyor.Bu ise ne sihirli birlik formülleri ne de “bağlamına oturtularak” çözülebilecek bir problem.İşte tam bu noktada bu “başımıza gelenler” hiçbir şey. Ezilenlerin ana kütlesini oluşturan gün be gün bir cins katliamına uğrayan kadınların yanında, İstanbul’da ya da Batman’da kayıtsız ve atölyelerde her gün ter dökenler, Suriye’den sürüklenip sadece ve sadece hayatta kalabilmek için her şeye razı edilmiş göçmenler, suları toprakları çalınanların, Sivas’ta yakılan, Roboski’de bombalanan, Rojava’da dövüşenlerin başına gelenlerin yanında, Soma’da ölenler, geride kalanların başına gelenler yanında, hiçbir şey. Üstelik kendimizi onların başına gelenlerden de sorumlu hissederken derdimiz bu inşa olmalıdır. Bugün işçi tulumu ile meclise sokulmayanların o gün kazmaları ile belki hepimizi de yıkarak meclise girişlerini hala hayal edebiliyorsak eğer.
Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’daki duruma dair memleketin pek çok akademisyenin altına imza attığı bir bildiri yayınlandı. Vangelis Kechriotis sayesinde yayınlandığını öğrendiğimiz bildiri kadar yayınlandığı gazetenin macerası da kendi gazetecilik geleneğimiz açısından ilginç ve öğrenmeye değer. Bildiri ilk olarak Eleftherotypia Gazetesi’nde yayınlandı. Ve bu tarih merkez sol çizgideki bu gazetenin tekrar “gazetecilerin kendine ait bir gazete” olarak yayına başlamasının ilk gününe denk geldi. Eleftherotypia 1975 yılında gazeteciler tarafından kurulmuş bir gazete olarak yayın hayatına başlamış, Tegopoulos ailesi tarafından satın alınmış, 2011 Aralık’ında da iflas etmişti.Buradan çıkan netice ne pek kendi açımızdan? Yunanistan’da Türkiye’dekinin aksine basın sektöründe gayet güçlü bir sendika var ve grevci gazetecilerin kendi gazetelerini çıkarmaları pek de olağanüstü bir durum değil. Bu bir. İkincisi Yunanistan memleketi mevzu bahis olduğunda gazetecilerin kendilerini “sol” da tanımlama ölçütleri bizimkilerden biraz farklı. Hayrettir ki(!) orada gazeteciler sendikalı olmayı, örgütlenmeyi solculuğun alamet-i farikalarından sayıyorlar. Köşemizden “politik doğruları” ilan etmek önemli bu devirde, bu koşullar altında, Türkiye’de. Ana akım medyada kendi doğrularını söylemekte ısrar edenleri kapı önüne koyuyorlar, o da doğru. Kartel medyası ve politika söz konusu olduğunda “farklı görüşlere” kenar süsü muamelesi bile gereksiz, hukukmuş ifade hürriyetiymiş berhava. Biliyorduk. Yahut bilmiyorsak yaşayarak öğrendik. Öğrenmediysek kim bize ne etsin bu saatten sonra? Hepsine tamam. Ama insan düşünmeden edemiyor işte, işlerimizi kaybetmeyi çok daha önce göze alsaydık, örgütlenseydik, bu kadar kolay mı olurdu bu gün sepet havasını çalmaları iktidar borazanlarının arkamızdan. Lafı uzattık Yunanlı akademisyenlerin bildirisine pek az yer kaldı. Ancak merak edenler orijinal metne ve İngilizcesine aşağıdaki linklerden ulaşabilir.“Toplumu ve demokrasiyi savunmak için… Yunanistan ve Avrupa, birbirini besleyen bir krize gömülmektedirler. Öyle bir kriz ki bu; Birliğin kurumsal zaaflarını açığa çıkarmakla kalmıyor, muhafazakar iktidarların neoliberal tarifler uygulayarak bu krizi nasıl kabul edilemez bir şekilde işlettiğini de gösteriyor. Ne kadar zor görünüyor olsa da, küreselleşmeye yeni bir anlam kazandıracak, tarihsel, ahlaki ve siyasal değerleri sunacak olan sosyal ve demokratik bir Avrupa için çalışmak zorundayız. Çünkü çözüm, ulusal ölçekte olamayacaktır, kıtamıza -hatta daha da ötesine- hitap etmek durumundadır. Bugün Yunanları küçümsüyorlar, yarın, güvensizlik ve kin duygularını besleyerek başka halkları küçümseyecekler. Avrupa tarihinde yıkıcı bir andır söz konusu olan. Böylelikle Yunanistan’la dayanışma, ilerici Avrupa’nın tamamı için siyasal bir mücadele alanıdır. Bu kaba ve sınıf odaklı söylem karşısında, yurttaşların -özellikle de şu an kriz dolayısıyla zarar görmüş olanların- ihtiyaçlarını ve deneyimlerini merkeze alan bir eleştirel düşünceyi önermek durumundayız. Bu metni imzalayanlar olarak, toplumun ve demokrasinin müdafaası için güçlü bir cephenin inşa edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Adalet, dayanışma ve demokrasinin temel ilkelerinde, yani liberal ve demokratik bir yönetimde yurttaşın özelliklerini oluşturan unsurlarda ortaklaşan, kelimelere yeni bir anlam vermeyi, farklı bağlılıkları olan yurttaşları ve toplumsal alanlar arasında bir yaratıcı iletişim sağlamayı hedefleyen, farklı alanlardan insanları bir araya getirecek olan büyük bir ittifak… “Çıkmaz yol” mantığını, kolektif gururumuzu altüst ederek Yunan toplumunu itham eden temelsiz önyargıları reddederek, Yunanistan içinde ve dışında krizin sonuçlarını göstermeyi amaçlıyoruz. Yunanistan krizi, içinde yaşadığımız tarihsel dönemi temelden sarsan daha genel bir krizin parçasıdır. Böyle bir geçiş döneminde, toplumun gerçek anlamı kadar demokrasi ve yurttaşlık kavramlarının da zedelenme tehlikesi altında olduğunun farkına varılması ayrıca önemlidir.Orijinal metin Yunanca:http://koindim.wordpress.com/Mısır Gazetesi Jadaliyya’da yayınlanmış İngilizce versiyonu: http://www.jadaliyya.com/pages/index/4381/from-greece_declaration-for-the-defense-of-society
Bir müddettir bir konferans sebebiyle yurtdışında dolanmaktayım. Dolanmaktayım dedi isem Almanya’dayım. “Amman ne güzel” diyen olabilir. Memleketin boğucu havasından bir kaç gün sıyrılmış olma ihtimali varmış gibi görünebilir. “Nasıl olsa geri döneceğim” iç rahatlığı ile birkaç günlüğüne unutulabilir sanki her şey. Ama olmuyor.Geride bıraktığımız Türkiye de Hrant’ın katillerinin akıbeti belli olmuş, onları organize edenlere verilen ceza ve de soruşturmanın bir adım öteye götürülmemesinin öfkesi taze idi. Zevahiri bile kurtarmaya zahmet etmemiş idi hazretler. AKP’nin A harfinden bir adalet umanlara “biz demiştik” demek öfkemizi yatıştırmıyor ve hiçbir işe yaramıyor neticeyi de değiştirmiyordu. Geride kalan tam olarak bu idi.Yerliler, Yabancılar, DüşmanlarÖnümüzde duran ve katıldığımız konferansın adı “yabancılar yabancı düşmanlar vatandaşlık mülkiyet hakları ve birinci dünya savaşı” Ne ilgisi var? Var. Birinci Dünya Savaşı. Eş zamanlı olarak küreselleşme, milliyetçileşme ve yabancı düşmanlığı. Tanıdık geliyor mu? Devam edelim. Birinci Dünya Savaşı patladığında, Rusya’da Yahudiler ve Almanlar, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nda İtalyanlar, Slavlar ve Yahudiler, İngiltere’de ve Fransa’da yine Almanlar, ABD’inde Japonlar, “düşman yabancı” ilan edilip kapı dışarı ediliyorlar. Kapı dışarı edilen yahut kapı dışarı edilmek için toplama kamplarına tıkılan nüfusun miktarı on binlerden yüz binlere uzanan bir genişlikte. Yüzyılın başında modern devlet mantığı savaşı ulus devleti inşa etmede verimli bir araç olarak kullanıyor ve ulusun içerisinde “gereksiz ve tehlikeli” bulduklarını “temizliyor”. Kendi vatandaşlarının geçmişlerinin izini sürerek onları “yabancı” kategorisine dâhil ediyor ya da misafir olarak o memlekette yaşayan “yabancıları” “kapı dışarı “ederek “bazı sorunları” çözüyor. Örneğin Rusya’da kırsal bölgelere yerleşmiş ve geniş arazilere sahip Almanlar ilk gönderilenler. Bu gönderilmenin kendi mantığı icabı, “casus” olmaya yetkin şehirli Almanlara çok sonra sıra geliyor. Zira onların el konulacak geniş arazileri yok.SoykırımAvusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi Birinci Dünya Savaşı’nda ömrünü tamamlayan Osmanlı imparatorluğunda ise durum birazcık farklı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile giriştiği savaş ve Balkan Savaşları nedeniyle yerlerinden olan ve Anadolu’ya doğru akan Müslüman nüfus yüz binler milyonlarla tanımlanacak büyüklükte. İmparatorluk sınırları içerisinde ise son günlerin gözde mevzusu Osmanlı kültürel çeşitliliği ve hoşgörüsünden bahsetmek pek olası değil. Osmanlı ülkesine dışarıdan gelmiş ve yerleşmiş değil de, imparatorluğun yüzyıllardır tebaası ve daha sonrada vatandaşı olagelmiş iki kadim nüfus Birinci Dünya Savaşı sonunda ve sonucunda köklerinden tümüyle sökülüyor. Yunanistan ve Türkiye arasındaki Nüfus Mübadelesini başka bir yazıya bırakalım. İki kadim nüfusun diğeri”Ermeniler.”Hazır soykırım konusu bir kez daha açılmışken.YüzleşmeBirbirlerinden bambaşka hayatlardan, farklı sınıflardan, farklı politik görüşlerden farklı cinsiyetlerden ve cinsel tercihlerden, farklı etnik kökenlerden gelen insanların kendilerini bir bütünün parçaları olarak “hayal etmeleri” ulusun inşasının başlangıcı olarak görülür bir görüşe göre. Ancak bu “hayal” modern devletin bu farklı grupları tek tipleştirici pratikleri ile ete kemiğe bürünür. Diğer yandan soykırımın en temel dayanağı bir etnik grubun öncelikle soyut bir kategoriye dönüştürülmesidir. Birbirlerinden bambaşka hayatlardan, farklı sınıflardan, farklı politik görüşlerden farklı cinsiyetlerden ve cinsel tercihlerden gelen insanlar bu soyut kategori içerisinde tanımlanır. Eğer ortada bir suç ve ceza varsa bile bunların şahsiliği göz önüne alınmaz. Bu kategoriye girenler toplama kamplarına gönderilir, sürülür ve öldürülürler. “Ermenilik” Osmanlı Devleti tarafından böyle bir kategori olarak ele alınmış mıdır?Hrant Dink davası ve sonucu bu açıdan canımızı bir kez daha yakmış ve gözümüzü açmıştır. Bu davaya bakarak “Ermenilik” kategorisinin Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm organları ve iktidar partisi tarafından nasıl ele alındığını görebilmek mümkündür. Başta iktidar partisinin tabanı olmak üzere “çoğunluğun” anlayışı “biz Hrant’ı öldürenleri kınadık, siz de Türk büyükelçilerini öldürenleri kınayın” ısrarından bir adım öteye gidememiştir.”Ermenilik” bir kategori olarak bu çoğunluğun zihninde ancak “bir sizden bir bizden” olarak yankılanmaktadır… Yüzleşme: bu topraklardan Der-zora tehcir edilmiştir. Velhasıl demem odur ki işimiz zordur. Tarih daima ileriye doğru gitmez. Bazen böyle devam eder, önce 1915 sonra 2007, sonra yeniden 1915’e doğru.
