Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Belki bana tüm zamanlar tuhaftır, bilmiyorum. Memleketin halinin gün geçtikçe tuhaflaştığını hissediyorum. Öyle bir iktidar zamanından geçiyoruz ki yalnız kendini, yandaşlarını, etki alanını değil, tüm toplumu baştan aşağı çürütüyor. En karşıtlarını kendine benzetiyor. Kibirli ve kıyıcı bir hal. Doğruluğu kendinden menkul politik iddialarla en yakınlarında olanları yatırıyorlar otopsi masasına. Tutar yeri olmayan bir densizlikle en can yakıcı yerleri bulup oraya vuruyorlar neşteri. Halbuki orada yatan kendi canlarından bir can, kendi bedenlerinden bir beden.İşte bu yüzden çok başarılı buluyorum iktidarı ve bu ülkenin eğitim sistemini. Öyle bir eğitim sistemi ki kafada bir tek soru sorma ve şaşırma yeteneği bırakmıyor. Herkes, her şeyi, hem de önceden biliyor. İşte bu yüzden kimileri için hiçbir zaman tuhaf değil zamanlar. Bin yıldır duran saatleri hep doğruyu gösterir durduğu için.Öfkeme yeniliyorum. Bu memleketi öfkelenmeden anlatmak mümkün değil. Bu memlekette her şey komplo teorisi ile açıklanır. Gezi Parkı ayaklanmasını daha az önce bir kez daha Türkiye ekonomisini hedefe alan bir komploya bağladı RTE. Solda emperyalizm analizlerinden hız alıp kendini komplo teorisinin sıcak kucağında bulan az değildir. Severiz. Bölgemizdeki siyaseti de, seçimi de komplo teorisine bağlamayı. İşte eğitim sisteminin sonuçları bunlar hep. Ülkeye bölgeye araştırıcı sorucu sorgulayıcı öğrenmeye yönelik bir gözle bakmaya ne gerek var? Şaşırmaya, öğrenmeye? Bilmeye, yanılmaya, tekrar denemeye?… Hazır başı sonu belli birkaç komplo ile evde düşünür düşünür açıklarız. Gitmeye bakmaya tanık olmaya da ihtiyaç yok hani. Ama hakim olan bu komplocu kafa yapısına tutarlı bir eleştiri getirmenin önünde maddi bir engel var: Gerçek komploların ve provokasyonların mevcudiyeti. Öyle bir memleket ki burası, tüm diğerleri gibi, komplo ve provokasyonlar siyasi hayatın bir parçası. Geçmişin siyasi ve gazeteci suikastları, Maraş, Sivas, 16 Mart, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu suikastları. Hrant Dink’in öldürülmesi. Kendi tanıklığımızla 90’ların ortalarında diyebiliriz ki kimi devletli kadrolar bu toplumun sinir uçlarına dokunarak provokasyon yapmak konusunda 1980 öncesi başladıkları kariyerlerinin zirvesine ulaştılar. Siz bunu 1000 operasyon, sokak ortasında başının arkasından gençlerin vurulması, gazetecilerin gözaltında öldürülmesi, gözaltında kayıplar, asit kuyuları toplu mezarlar olarak okuyun. Bunların ustaları son dönemde geçirdikleri sendelemeyi de savuşturmuş durumdalar. Yani hiç mi bu memlekette komplo provokasyon yok, siyaseten hiç mi belirleyici olmamış deseler? E olmuş dersiniz. Bundan sonra olmayacağının da öyle kimilerinin sandığı gibi bir garantisi yok.RTE “bu gömlek bize dar geliyor” diyor. Ne olacak? Türk usulü başkanlık. Aslında dar gelen bildiğin hukuk. “Hukuku da kaldırıp rahat edelim. Yağmamızı istediğimiz gibi yapalım, itiraz edenin tepesine binelim” diyecek onun yerine Türk usulü başkanlık diyor. Seçim sonuçlarının düşüşünün başlangıcı olabileceğinin pek ala farkında. Arkasından ekliyor: 400 milletvekili olmazsa bari 340 olmadı 335 olsun. İktidardan gitme şansı yok. Şansını sonuna kadar zorlayacak. İster kendi “güzellik” anlayışı ile bağıra bağıra… Ya da işi bilenlere havale ederek, eski usul provokasyon, komplo ile gün geçtikçe daha fazla zorla… Bu gidişe nasıl çomak sokulur ortada. Demem o ki seçimler önemli. Seçimlere kadar zor günler göreceğiz. Seçimlerden sonrası da zor olacak. Ama bu zorluk başarmanın mı yoksa topyekûn bir geri çekilmenin mi zorluğu olacak onu seçim tercihlerimiz önemli oranda belirleyecek. Bunun sorumluluğu ile davranalım.
milletvekili
Okul sütü, akıl küpü projesini duydum duyalı dehşet içindeyim. Hayır yanlış! Dehşetim “The China Study”(Türkçeye Çin Mucizesi olarak çevrilmiş) adlı kitabı okuyunca başladı, “okul sütü” projesi endişemi üçe katladı yalnız. Kitap işlenmiş ve rafine gıdaların yanında hayvansal protein tüketimi ile kanser, diyabet, kalp ve damar hastalıkları ve diğer pek çok hastalık arasındaki ilişkiyi analiz eden bilimsel araştırmalardan oluşuyor. Süt ürünleri dahil. “hadi canım!” dediğinizi duyar gibiyim, “hayvansal protein beslenmemizde çok önemlidir.” “Nereden biliyorsunuz?” diyeyim ben de. Ve ekleyeyim: “durum gerçekten ciddi!” Zira bu kitabı yazan kişi sizin benim gibi ana akım medya tarafından kolayca yabana atılabilecek solcu, fenimik, ekolojik, vegan/ vejetaryen potansiyel bir terörist değil. Yazar Colin Campbell, ABD’nin en saygın ve ana akım üniversitelerinde ve araştırma kurumlarında çalışmış, doktora sahibi bir araştırmacı. Kitabın temelini oluşturan araştırma Cornell Üniversitesi ve Oxford Üniversitesi ile Çin Hükümeti işbirliği ile gerçekleştirilmiş. Alanının neredeyse en büyük çaplı araştırması.Bildiklerinizin tam tersi!Bugüne dek beslenme konusunda ne kadar “bilimsel” denen ne varsa tam tersi. Örneğin “kemikleri geliştirmek için süt içmek gerekir, kalsiyum ondan alırız! Yoksa kemik erimesi olur çocuklar da gelişemez “ mi dediniz. “Tümüyle yanlış!” diyor Campbell. Kitaba göre sürekli sütten kalsiyum alıp durmak vücudun d vitamini üretimini olumsuz etkiliyor. Üstelik vücudunuz süt yüzünden kanda artan asitliği dengelemek için ha bire kemiklerden aldığı kalsiyumu kana püskürtüyor. Yani diğer bir değişle kemiklerinizi zayıflatıyor. Buyurun buradan yakın.”Peki neden biz bugüne dek bu bilgilere ulaşamadık ve ulaşamıyoruz?” diyor yazar. Ve tam burada bizim gıda egemenliği dediğimiz hususa geliyor. Diyor ki “ABD deki ve global gıda ve sağlık endüstrisindeki şirketler dünyanın en etkili organizasyonlarıdır”. Güçleri hakkında bir fikir verelim: Danone’nin 2009 cirosu 15 milyar Euro. Kraft’ın ki 30 milyar dolar. Velhasıl bu devasa şirketler, gerek kendi kurdukları bilim kurumlarını, gerek üniversitelerin araştırmalarını fonlayarak,(işte size üniversite sanayi işbirliği), gerek bilim insanları ile “danışmanlık” ilişkileri kurarak, gerek “ulusal konsey”lerde etkin çalışarak, gerek hükümet politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirerek “bilgi” ürettiriyorlar. Geniş çıkar ağları kuruyorlar. Alın size “bilimsellik”! Bir kez daha tekrarlayayım. Bunları ben söylemiyorum. Söyleyen kişi bu mekanizmalar içerisinde yer almış ve bu çıkarları tehdit eden herhangi alternatif bir bilimsel bilgi karşısında nasıl bir direnç ve dışlama ile karşılaşılacağına tanık olmuş bir şahıs. Ayrıntılarını siz kendiniz bu kitaptan okuyun.Çaremiz var mı?Gelelim memleketin süt meselesine. AKP’nin ne menem bir batı mukallidi olduğunu bildiğimizden öncelikle ABD indeki “National Dairy Council” li Türkçeye çevirip, gugıllıyoruz! Ulusal Süt Konseyi! Var mı böyle bir kurum? Var. Hatta “ulusal” konseyin Araştırma ve Danışma kurulu adına Prof. Dr. İbrahim Ak çocuklarımızın başına gelenler hakkında açıklama yapmış. Neden? Çünkü “Ulusal Süt Konseyimiz bünyesinde yer alan ve tamamen kendi alanında yetkin akademisyenlerden ve uzmanlardan oluşan Araştırma ve Danışma kurulumuz kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi, öğrencilerin rahatsızlıklarında bazı hususların açıklığa kavuşturulması ve programın başarı ile sürdürülmesine yönelik …açıklamayı bir görev bilmiş.” “İntolerans” olabilir diyorlar. Aralarında gıda ve sağlık ilişkisi üzerine çalışma yapan bu konuda uzman olan var mı? Yok! Ama biliyorlar! Nereden biliyorlar? Mesela Araştırma ve Danışma Kurulu başkanının aynı zamanda 2009 itibarıyla Sütaş’ın eğitim koordinatörlüğünü yaptığını bilmek fikir verici olabilir. Yahut Türkiye Süt Üreticileri Merkez Birliğinin Başkanı Ali Koyuncu’nun AKP Bursa Milletvekili olduğunu bilmek. Okul sütü ihalesini kazanan şirketlerin Sütaş’tan Danone’ye, Tat’a, Pınar’dan, Dimes’e sektörün en büyüklerinin işin içinde olduklarını bilmek de işe yarayabilir mesela.(diğer ihaleciler: Gülsan -Mamsan-Bakraç Süt,Yavuz, Ak Gıda, Yörükler, Yörükoğlu,Güney Süt, Oğuz Gıda, Akbel Süt, Balkan ilişkilerine hiç girmedik) Okul sütü eğitimlerinde süt arzı fazlasının eritilmesinden açık açık dem vurulduğunu bilmek de önemli mesela. Cebimizden ödenen paranın üç kuruşa sütünü satmak zorunda kalan köylünün de cebine gitmeyeceğini bilmek de.Özetle, çocuğunuzun kalsiyum almasını mı istiyorsunuz. Roka yedirin kardeşim, tere yedirin, yeşillik yedirin. Sonra yanakları kızarana kadar güneşte kalsın. Yoksa süt endüstrisinin ve AKP milletvekillerinin cebini dolduracağız arz fazlasını alacağız diye çocuklarımızı telef etmenin hiçbir mantığı yok.
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü SBF Sinema Kulübünün düzenlediği ve Sırrı Süreyya Önder›in hem bir yönetmen hem de siyasetçi olarak çağrılı olduğu etkinliği yasakladı. Neden o meşhur «Güvenlik gerekçesi». Yıldız Üniversitesindeki olaylar bahanesi. Yani bir yerde mağdur oluyorsunuz, bu mağduriyet diğer yerde de mağdur edilmenizin sebebi oluyor. Diğer yandan polisin ve güvenliğin dekan ve rektörlüğün önüne durmadan yığıp durduğu «büyük olaylar çıkacağına dair» raporlar. Efendim bu güvenlikçiler ve polisler istihbarat almışlar ki fakültede büyük olaylar çıkacakmış. Bu arkadaşların” kendi istihdamını kendin yarat” yollu ihtiyaç yaratma taktiklerini bir kenara koyalım. Ve de soralım. Koskoca İstanbul Üniversitesi Rektörü’nün bir fakültesinde yapılacak bir etkinliğin güvenliğini sağlayacak gücü yok mudur? Güvenliği tehdit etmekte olanlar kimlerdir? Rektörlük her öğrenci portestosunda kafa kırma işleviyle kullandığı (sonra da kafası kırılanlara bu güvenlikçilerin raporları ile soruşturma açtığı) “güvenlikçileri” bir kez bile öğrencilerin güvenliğini almakta kullanmaz mı? Buna güvenlikçilerin niteliği mi, niceliği mi uygun değildir? Daha açık soralım. Elinizde bu etkinliği koruyacak yeterli “güvenlikçi” mi yok rektör bey? Yoksa bu “güvenlikçiler” bu etkinliği koruyacak özelliklere ne bileyim mesela “tarafsızlığa “mı sahip değiller? Hadi buradan girdik madem nihayate erdirelim. Geçen hafta güvenlikçilerin korumasında SBF’ye gelen “takım elbiseliler” kimlerdir? Bu “takım elbiseliler” niye güvenlik korumasında bu etkinliğin afişlerini indirmişlerdir? “takım elbiseli” “arkadaşlara” “güvenliği” İÜ Rektörü olarak siz mi tahsis ettiniz? Yoksa bu tahsisat güvenlikçilerin “doğal politik eğilimleri neticesinde” “kendiliğinden” mi gerçekleşti? Afişleri indirdiklerine göre bu 10-15 “takım elbiseli” arkadaş bu etkinlikten pek hazzetmemişler. Güvenliği tehdit edenler bu “arkadaşlar” mı? Beğenmediğin etkinliğin afişlerin güvenlik korumasında eşkiya gibi yırt, sonra senin bu tehditlerini köpürte köpürte rapor yazan polis ve güvenlik, rektörlük ve dekanlığa “büyük olaylar çıkacak” diye, beğenmediğin etkinliği iptal ettirsin. Güzel tezgah. Öğrencilerinize gösterdiğiniz örnek bu mudur sayınYunus Söylet. SBF öğrencilerine siyaset örneği olarak “tezgahları “mı sunmaktasınız? 10-15 takım elbise giymiş eşkiyaya, hadi size daha kolay gelecek bir tabirle söyleyelim “bir avuç teröriste” teslim olmak mıdır örnek idarecilik?” “ Satırdır sopadır silahdır alın gelin, planlanan etkinlikleri tehdit edin, biz de taviz verip iptal ederiz” midir? Yoksa iki öğrenci grubu arasında vatansever takım elbiselilere daha yakın durduğunuzdan mıdır bu olanlar? Bunun adı ayrımcılık değil midir? Daha da önemlisi bir fakültenin bir kulübünün etkinliği hakkında, bu kadar üniversiteye dair bir şey hakkında karar alıcı mercii polis ve güvenlik şefi midir? Yoksa siz misiniz Sayın Rektör Yunus Söylet. AKP’nin 3. İktidar döneminde adınızın geçtiği YÖK başkanlığında aynı tezgahlara gelmeyeceğinizi umarım. Sizin oturduğunuz koltukta Sıddık Sami Onar’ın da bir zamanlar oturmuş bulunduğunu hatırlatmayı bir tarihi vazife sayarım.Diğer yandan “Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde seçim döneminde hiçbir milletvekili adayının öğrencilere hitap etmesine izin vermedik” yollu demokratik tavırlar(!) ve açıklamalar yalan olduğu kadar, başka bir yazının konusu olacak kadar eğlenceli. Mimarlık fakültesinde ,” o T cetveli ile ne yapıyorsun?” demek kadar abes.Eğer bütün bunlar olmasaydı birazdan Siyasal Bilgiler Fakültesi Tarık Zafer Tunaya Anfisi’nde Sırrı Süreyya Önder konuşuyor olacaktı. Şüphesiz güzel bir bileşim. Alta kapısının üzerinde “siyasal bilimler” yazan fakülte. 79’da açılıp, 80 darbesi ile kapatılan fakülte. Anfileri Sıddık Sami Onar gibi protestocu öğrencilerini korumak için polis şiddetine maruz kalmış rektörlerin, faşist saldırılarla can vermiş Ümit Yaşar Doğanay gibi hocaların, hepimizin Gogol’ün paltosu misali içinden çıktığımız bir çınarın Tarık Zafer Tunaya’nın adını taşıyan fakülte.(hah! Yazdim şimdi, AKP’nin 3. İleri demokrasi döneminde tek tek adını değiştiriler mi anfilerin?) Seçim kürsülerden birbirlerine çemkirmekten başka, siyaseti içinde yürüyenin mutlaka çamura bulanması gereken kokuşmuş bir bataklığa çevirmekten başkaca yeteneği olmayanların, takma, sokma ve çakma siyasilerin karşısında bir yeşil vaha gibi duracaktı o anfi kürsüsünde. Senelerce canı pahasına karşısında durduklarına “Kaset” ve “püskevit” üzerinden laf etmeyi zul sayarak. Başka bir siyasetin mümkünlüğüne bizi inandırarak. İçinize temiz havanın dola dola yürüdüğünüz ve orada yürüdükçe kafanızın ve gönlünüzün açıldığınızı hissettiğiniz derin bir vadi gibi. Yoksa korkulan “olaylar” değil de bu mudur, bu sorun çözülene kadar “kürt” kalacak olan bir başka siyasetin mümkün olduğuna bizi inandırabilecek zulüm görmüş bir adam?
İnsanın en büyük çelişkisi öleceğini bilerek yaşamak. Yüzleşmek ölümle. Sürekli kaçtığımız son. Ne zaman bu son bulacak bizi? Bilmeden yaşamak avuntumuz. «Her canlı birgün ölümü tadacaktır» biliyoruz. Bunu her gün ve her gün hatırlamak istemesek de birileri gözümüze sokmaya yemin billah etmiş. Bu “göze sokma” durumunu “sinir bozucu” bulursanız maazallah seçim mitinglerinden kitlelere yem edilirsiniz; vay efendim “ayete sinir bozucu dedi” diye. Olmadı linç ediveririz sokak ortasında. Yangındır, kundaklamadır. Kendi ana çelişkisi olarak toplumu ikiye bölmeye yeltendiği “laik-anti laik” çatışmasına tam oturan CHP değişmeye çalışınca paniğe kapılmış AKP. Eski can simitlerine sarılmakta.Kırmızı bir bez sallamakta kendine oy vermiş ve kendi iktidarı altında da ezilmeye devam etmiş bulunanlara. Sekiz yıllık iktidar dönemlerinde sadece kendini değil cümle cemaatini de beslemiş büyütmüş bulunan AKP, “mağğdurum da mağdurum” diye tutturan ileri demokrasi zihniyeti mağdurluğunu kanıtlayacak yalnız iki olaya referans verebilmekte; Biiiirrr! “CHP ezanı türkçeleştirmiştir. Tanrı uludur, tanrı uludur diye okutmuştur. Aksi yönde davranan ları para ve hapisle cezalandırmıştır.” En yetkili ağız RTE’den. İkiiii! “başörtü zülmü!” “Zulüm gördüm” diyene “hayır görmedin!” diyecek vicdansızlığa sahip değiliz, onlardan değiliz, çok şükür. Başörtülü kadınların eylemlerine destek verdik ve bundan asla pişman olmadık, asla asker şakşakçılığına soyunmadık. Zulüm görenler olarak başka zulüm görenlerin acısını anladık. Zalimin karşısında durduk. Ve bedelini ödedik bunun. İçimiz rahattır. Bir de “mağdurum” diye tutturanlar yapsın muhasebelerini bakalım. Biz bedelini öderken, “Teröristler asıldı!” diye tempo tutanlar, işkencecileri bağırlarına basanlar düşünsün. Bugün bir halkı copla, biber gazıyla, hapisle, zulümle temsil ettirmemeye yeltenenler düşünsün. Düşünsün de “her canlı gibi ölümü tadacakları an” ve kuvvetle inandıkları onun ertesi için endişelensin.Ölüm demişken, bu dünyanın sefasını sürenler ve bir kadın milletvekili adayını kamuoyu önünde hedef haline getirmeye yeltenenler, ölümü ve ayeti kendine malzeme yapıyorlar. Tam bu sırada, bu dünyayı elleri ile yaratanlar yalnız ve gerçekten kendi ölümleri mevzu bahis olduğunda gündemimize gelebiliyorlar. Hayatta kalabilmek için bir makine parçasına dönüşen ömürleri ancak dramatik bir şekilde ellerinden kayıp gittiği zaman kısa bir süreliğine görünür oluyorlar, sonra yitip gidiyorlar çoğunluğun gözünü diktiği ve ufuk çizgisini oluşturan mavi ekrandan, kuyruklu yıldız misali. Pek azımız adlarını biliyor ya da hatırlıyor. O da eğer onların sesini yükseltecek duyulur kılacak insanlar destek grupları varsa. Bunlardan biri Semiramis Karaaslan. Yani kaçınılmaz sona doğru adım adım yaklaşan, sesleri kısılan ve kendilerini “yuvadan atılan leylek yavruları gibi hisseden” bu insanların yanıbaşında duranlardan, onların seslerini çoğaltanlardan biri. O Bingölde onlar günbegün ölürken acılarını dindirmek için çırpınıyor. Kot kumlama işçisi Selahattin Şahin bir kuyruklu yıldız gibi kayarken bu hayattan, onun sözleri ile ulaşıyor bize ancak Selahattin’in bu hayatta bıraktığı iz.Kot Kumlama İşçilieri ile Dayanışma Komitesi ve Semiramis Karaaslan ve adlarını bilmediğimiz pek çoğu Kot kumlama işçilerinin malulen emekli olabilmeleri için büyük bir mücadele verdiler. Bu mücadele neticesinde, devletlüler «tozlu yerlerde çalışmasaydılar» dan, «malulen emeklilik için rapor getirsin» lere kadar geldiler şükür. «6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun›un 67 inci maddesi ile 1/7/1976 tarihli ve 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanuna» geçici bir ikinci madde eklendi. Böylelikle sigortasız olarak kot kumlamış bulunanlar a) herhangi bir başka sosyal güvenlik kurumundan her ne ad altında olursa olsun herhangi bir gelir veya aylık almıyorlarsa, b) silikozis hastalığı nedeniyle meslekte kazanma gücünü en az % 15 kaybettiğine Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Kurulunca meslek hastalıkları tespiti hükümleri çerçevesinde karar verilmişse, Sosyal Güvenlik Kurumunca aylık bağlanacak. Ancak başvuru süresi 24 Mayıs’ta sona eriyor. Daha fazla bilgi için,facebook gruplarını ziyaret edebilir, www.kotiscileri.org’a gözatabilir ve info@kotiscileri.org’ a yazabilirsiniz.
Sayın Cumhurbaşkanım,Ben ÖSYM başkanı olmaya karar verdim(siz cumhurbaşkanı’nın dışında kalanlar ve özellikle beni yakından tanıyanlar; gülmeyin!) Yani benim sizden istirhamım beni ÖSYM başkanı yapmanız. Ama isterseniz bu karara nasıl vardım nasıl duygusal ve zihinsel süreçlerden geçtim bunu size etraflıca bir anlatayım. Sanırım ÖSYM başkanı yapacağınız şahsı yakından tanımak istersiniz. Yani önceki başkanı nerden tanıyorsanız, (belki bıyık mevzusundan, belki melul bakışından bilemiyorum) hemen tatmin oldunuz ya. Sonra da pek üzüldünüz duruma. Yani ben anlıyorum üzüntünüzü. “Kurtlu baklanın kör alıcısı olur” dediniz, ama olmadı. Yani canım gençlere değil de, bu Ali Bey’e ben de gerçekten çok üzüldüm. Yani 1.700.000 gencin lafı mı olur Ali Bey’in çektiklerinin yanında, bir komploya kurban gitti zaar. İntihal felan. Komplo üstüne komplo. Ne talihsiz parti AKP, ne talihsiz bir insan Ali Bey. Bu ne yaman paralellik. (yani şimdi tam burada Sırrı Abi’nin lügatımıza soktuğu bir laf gelmekte aklıma. Şerkometiyle üzülen kunnigiyle sevinir miydi? Yani duruma uymamış olabilir ama benim aklıma geldi bi kere.) Benim ÖSYM başkanlığım dönemimde de öyle olsun istiyorum.Yani tatmin olun istiyorum. Başıma bir şey gelse, benim için de derinden üzülün istiyorum. Mevzuya döneyim. Memlekette bu kadar işsizlik var. Her dört gençten biri işsiz. Buna artık iş aramaktan vazgeçenler ve ayda bir gün yarım gün bile çalışsa “çalışıyor” sayılanlar dahil değil. “Eee” diyeceksiniz “mevzu ile ne ilgisi var?” Söyleki; işte bendeniz bu iş aramaktan vazgeçmiş, bu sayıya dahi sokulmayanlardanım. Yani nasıl söylesem, piyasadaki işleri pek cazip bulmuyorum. Şöyleki, işçilik etsem, çoğu sigortasız ve asgari ücretten. Taşeronu var, elektrik, su parası, kira her ay dayanır kapıma ama alamam maaşımı. Ha bir de, her on bir ayda önüne koyuyorlar kağıdı tüm çalıştıkların çöpe. Hem iş kazası riski de çabası. Elimi kolumu falan kaybederim diye korkuyorum. Hayır yani, engelli olmak bu memlekette ayrı bir eziyet de, o bağlamda. Engellilik oranım bir gecede bir genelgeye değişir, kalakalırım. Öğretmen olsam tuttururlar şimdi sözleşmeli olacaksın diye. Asistanlık etsem 50/d var. “Doktoran bitti mi, hadi kapı dışarı” diyecekler. Özel üniversitede çalışsam bir kart tutuşturacaklar elime. Akademik sorular gelecek mesela; “hangi saate girdin hangi saatte çıktın”. “Mal sahibi”, yani mütevelli heyeti başkanı yakalayacak kolumdan erken çıktım diye, indirecek beni servisten.-Tabii bu üniversitenin dağbaşında olduğunu söylememe gerek yok- Tembihleyecek tüm servis şöförlerini; “ hocalar beşten önce çıkarlarsa servise almayın” diye. “Yüksek lisansa şunu al, bunu alma”, talimatlar felan. Yani hepsinde de verimlilik, performans felan diye tutturacaksınız. Hiç birinde iş güvencesi yok. Örgütlenme özgürlüğü yok. “Sendika felan?” “Hadi kapı dışarı!”. Neyse neyse. Hadi bunlar olmadı, tamam. İki üç dönüm toprak var memlekette benim. Dönüp tarımla uğraşsam? Ama kondurdunuz oraya Çan Termik Santrali’ni. Siyanürü var, madeni var. GDO’su var, tohum yasası var, HES’i var. Daha ekerken mazot parası, tohum parası, ilaç parası, gübre parası diye, çokulusluların eli cebimde. Bütün sene çalış, mahsulü götür, oradan borçlu çık. Çık! Hayvancılık; yem parası, büyüme hormonu, sakatattan ve kandan yemler. Hayvanlar perişan ben perişan. İçim kaldırmaz. Hangisini yapsam zaten bu şartlarda emekli olamayacağım. Ha ama milletvekili olursam? Buna aklım yatmadı değil. Ama YSK attı bizi dışarı. Sanırım yanlış partiden olmuşum sayın cumhurbaşkanım. Ama Allah YSK’dan razı olsun. Beni büyük bir felaketten korumuş. Zira bazı milletvekilleri için yerlerde sürüklenmek de var, ağzına burnuna yumruk yemek de var. Hakaret var. Gece baskınları var. Çadırların başına geçirilmesi var. Plastik sandalyelerin bile bölücü diye yakılması var. Sadede geleyim. Benim gözüm ÖSYM Başkanlığı’ndan başkasını görmüyor. Bir kere iş güvencesi var. Ne yapsan o görevdesin. Yani adil olmasa da yıllardır yapılan işi berbat et, ister bir 1.700.000 genci mağdur et, ister ALES yapama. İster şifre dağıt. Performans/verimlilik kriterleri de yok. Şahane!. Biz sefillere uygulanan o performans/verimlilik kriterleri Ali Bey’e uygulansa vazifesi sınav yapmak olan bir kurumun başı, her sınavı elini yüzüne bulaştırır da, sonra orada durabilir mi? Duruyor işte. Örgütlenme özgürlüğü de var. Yani doğru networkün içinde olacaksın.Son olarak, Ali Bey’in gidişi kısmetse ne zaman? Bana olumlu olumsuz bir cevap yazarsanız 1 Mayıstan önce. ÖSYM başkanı olamazsam, 1 Mayıs’a gideceğim.Saygılarımla.
Yüzde on barajıyla, siyasi partilere dair yapılan düzenlemelerle, siyasetin bir para pul işi haline getirilmesi ile, bu memleketin ezilenleri olan bizlerin yani “büyük insanlığın” temsiline dahi izin verilmeyeceği ortadadır. Bunları aşmaya mı kalktınız, karşınıza geçip kardeşim bu memlekette demokrasi var, sözünüzü sokakta değil, şiddetle değil sandıkta parlamentoda söyleyin diye ısrar edenler karşınıza dikiliverir. Hani bakayım senin temiz kağıdın nerde?YSK da, ÖSYM yaptı ben neden yapmayayım saçmalaması içine girmiştir. Temiz kağıdını getir. Memnu haklarının iade edildiğine dair yazı getir. Askerlik belgesi getir. Efenim, mahkemeler memnu hakların iade edildiğine dair belge vermiyorlar. Zaten buna dair düzenleme yapılmış. Olmaaaz belgeyi getir! Askerlik şubesine gittim kadınlara askerlik yapmıştır yapmamıştır diye belge vermiyorlar. Belgeyi getiiiirr! İşte ciddiyet seviyesi budur.Şiddet!BDP’nin desteklediği bağımsız adayları ve de YSK’ nın BDP’nin yedek adayı olduğunu zannederek veto ettiği Tuhafiyeciler ve Parfümericiler Odası Başkanı Abdullah Kızılay Kızılay, ve de ÖDP bir takım katkulli ile seçim dışına itilmeye kalkışıldı. Abdullah Kızılay’ı bilmem ama durum ÖDP ve BDP açısından manidardır. Gerçekleşemeyen ittifaka rağmen YSK aramızdaki kader birliğine işaret etmiştir. Siz memleketin Kürtleri, ezilenleri, sosyalistleri solcuları devrimcileri “hadi kapı dışarı” demiştir. Yine kapıyı zorlamak, gerekirse kırıp içeri girme işi başa düşüyor maalesef. Hah sonra efendim şiddet kullanıyorsunuz diyecekler.Muhbir vatandaş!Bu şiddet kullanma meselesi enteresan hakikaten. En meşru hakların gaspı şiddet olmuyor, yaşam hakkı dahil. Ama sizin haklarınızı kullanmak noktasında ısrar etmeniz şiddet oluyor. YSK sizin utanmadığınız geçmişinizi önünüze koyuyor. “devlet hafızası” şiddetle hatırlıyor. Bu adam Dev-Genç başkanıydı. Çizzz! Ha bir de Kızıldere var! Kırmızı kalemle çizzzz! Bu tokat attı komisere çizz!…böyle işlemiyor da başka türlü işliyorsa bu ortadaki hukuk garabeti nedir? Şu an milletvekili olan Sabahat Tuncel ve Gülten Kışanak zaten milletvekili olamazlarmış da korsan vekillermiş. Bir de “muhbir vatandaş” var ki akıllara seza. Oturmuş çalışmış gitmiş YSK ya ihbar etmiş. Benzer detayda, daha hayırlı çalışmaları bekliyoruz kendisinden. Fakat bu çalışmasının sonuçlarından medet ummasın pek. Zira gidişat o ki BDP’nin desteklediği bağımsızlar ısrar edecekler haklarını kullanma konusunda. Katakulliye papuç bırakmayacaklar.Bal kovanı ve ayı!Bu sahtekarlık ve katakulli ile birilerinin elinden hak alma birilerinin eline hak verme durumu iyice zıvanadan çıktı son günlerde. Bakınız bir kez daha ÖSYM ve de YGS. Şifre yoluyla birilerinin yolu tıkanırken birilerinin yolu açılıyor. Ama Allah var işi erbabına emanet etmiş siyasi iktidar. O yüzden durmadan tatmin olup duruyor. ÖSYM başkanı kopyacının alası imiş meğer. İntihal bildiğin akademik hırsızlık meğer bu zatın vasıfları arasında imiş. Yani emeğimizi çalıyorlar diye itiraz eden gençlerin feryatları boşuna(!) ÖSYM’nin başında bulunan adam başka birinin akademik emeğini çalmış, birinin çalışmasını “aman şimdi ne uğraşayım yeniden yazmaya yazılmışı var gavurca, çevirir yayınlarım” demiş. Öyle de yapmış. Sehven! Sonra İngiltere de bir başka akademisyen durumu keşfedip faş edince de özür dilemiş. Bildiğiniz özür. Affedersiniz çaldım diye. Emeği çalınan akademisyen tatmin olmuş olmalı. Sehven. Fakat ne olmuş sonunda yavuz hırsız. ÖSYM başkanı olmuş. Yani ayıya balkovanı emanet etmiş birileri. Milyonlarca gencin geleceği, çalmakla, sahtekarlıkla yükselmekte bir beis görmeyen birinin insafına bırakılmış. Sanmıyorum ki tesadüfen. Bilakis kasıtla.Kader birliği!Seçim dönemi12 Haziran’a kadar. Girebilirsek eğer. Yüzde bir bile etmeyen biz sosyalistlerden korkuları yine ve yeniden tavan yapmazsa. O vakte kadar AKP’nin ve hempalarının, HES’lerle suyumuza, GDO ile tohumlarımıza, Maden ve Altın şirketleri ile toprağımıza, Nükleer ile havaya ve hayata, taşeronları ile, şirketleri ile emeğimize, ulusal devletleri ile dilimize, “erkeklik”leri ile biz kadınların hayatına ve canına el koyanların planlarını faş edeceğiz. Muhtemel üçüncü iktidar dönemlerinde nasıl bir talana girişeceklerini bunun karşısında ne yapmamız gerektiği konusunda kafamız yettiğince kafa yoracağız. Birlikte. Görünen o ki Bağımsız adaylarla da gönül ve kader birliğimiz var: hem seçime kadar, hem seçimden sonra.
