Bağlama siyaset tarihimizin önemli bir enstrümanı olagelmiştir. Etkisi ve kullanımı ayrı bir yazıya hatta araştırmaya konu olacak kadar geniş. Çalma çalmama meselesinin bağlama ile de gündemimize girdiği şu seçim gündeminde bağlama ile bağlantılı bir fıkra anlatmak isterim: Nasrettin Hoca almış sazı eline. Bir notaya basmış başlamış dıngırtmaya. Dıngırtı dayanılmaz bir hal almış olacak ki ahali “Hoca sen bi notaya basıp dıngırtatıyorsun, bak başka saz çalanlar ellerini sazın sapında gezdirip duruyorlar başka başka notalara basıyorlar” demiş. Hoca da cevabı cebinden çıkarıp yapıştırmış “Onlar arıyor ben onların aradıkları yeri çoktan buldum.”Seçim sürecine girdik gireli yapılan sandık –sokak tartışması bana biraz bu fıkrayı hatırlatıyor. Asgari düzeyde sol bir terbiyeden geçmiş kim varsa en son ve nihai çözüm olarak parlamentoyu görmez. Ancak parlamento, seçimler, hatta hukuk da kendini soldan tanımlayanlar açısından mücadele mevzileri olagelmiştir. Dahası bu tartışmayı, “parlamentarizm çözüm mü?” tartışmasını Syriza’nın iktidar olmasının ardından yapmıyoruz. Ne zaman yapıyoruz? 30 küsur senedir sokağa en radikal biçimlerde çıkmış, hatta şu an Ortadoğu’da yıllardır var olmayı beceren bir silahlı hareket ile bağları tartışılmaz bir hareketin siyasi temsilcisi olan partinin üzerinden yapıyoruz. Üstelik memleket sathında seçimlere katılım örneğin Batı “demokrasileri”nin aksine bir hayli yoğunken. Yani demem o ki biz o notayı bulduk diyoruz. Evet doğrudur biz o notayı geçmiş yüzyılın kitlesel mücadelelerinden damıtarak bulmuş olabiliriz. Yalnız sorun şu ki neoliberalizmin saldırısı altında dünyanın her yerinde kendi hayatlarını savunmak, nefes almak için ayağa kalkan kitlelerin bizim notayı bulduğumuzdan haberi yok. Onlar arıyorlar. Peki çağırdığımız sokak nedir? Sokak bulduğumuz notayı bildiriye yazıp herkese dağıtarak onları bu çözüme davet etmemiz değildir. Bizim ilahi bir doğrunun sahibi olarak arayan kitlelere doğruları tevdi etmemiz de değildir. Şükür ki siyaset bundan daha karmaşık ve eğlenceli bir haldir. Sokakta olmak bugün için söylersek siyasetin asli öznesi olan ezilenler kendilerini savunurken onların içinde var olabilmek, savunmayı sonuç alıcı planlı hedefli saldırılara dönüştürme kabiliyetidir. Bunun için önce saldırganı durdurmak gerekir. Bu seçim ortamı için bunun yolu açıktır. Burada hiç seçim matematiğine, saldırılar karşısında dayanışmanın önemine yahut program tartışmasına girmeden söyleyeyim: AKP’nin en genel başkanı ve stajyerinin eliyle, bir puan bile yukarıya çıkmayan ibresini tam 10 puan atlatma hesabında olduğu açık. Bunu seçim propagandasını HDP üzerine kurarak, zaman zaman da provokasyona başvurarak yapmaya yelteniyor. Bu seçimin iktidarda bulunan ve düşme korkusunu dibine kadar hissedenler açısından vahametini bu bağlamda açıklamayı okuyucunun zekâsına hakaret sayarım.Seçim sonrası HDP’nin barajı geçmesi durumunda ise koalisyon tartışıyor olacağız. RTE’nin başkan olduğu bir ülkede yaşamayı içine sindiremeyecek pek çok insan HDP’nin aksi açıklamalarına rağmen “bu seçim siyaseti şimdi tabii böyle diyecekler oy almak için” “seçim sonrası başka odaklar devreye girer de HDP AKP ile koalisyon yapar” endişesi içinde. Benim kafamı karıştıran soru ise şu. Diyelim HDP’nin tüm açıklamalarına rağmen, böyle bir koalisyon oldu. Sizce HDP’ye hangi bakanlıkları verecekler? Milli Eğitim Bakanlığı mı?! İçişleri Bakanlığı mı?! Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı mı?! Halbuki bakanlık emanet edilecek kadar devletlü iki partimiz de koalisyon kuyruğunda. Mevcut politikaları sürdüreceklerine dair zerre kadar da şüphe olsun istemiyorlar. Müstakbel CHP’li ekonomi bakanımız Kemal Derviş bu çizginin sürdürücüsü olmak dışında mimarı: “son üç yıldır bu çizgiden saptı AKP” diyor. CHP’li olup ekoloji ve emek mücadelesine katkı verenlere yazık. Ne diyelim kendisinin bakanlığını Soma’daki insanlara anlatacak şahıs ben olmak istemem. Tütünü bitiren bizzat kendisi. Tütün bitince açlıkla terbiye eder yerin yedi kat dibine yollarsınız insanları. Soma’da katledilen 301 işçinin kaçının çiftçi ailelerinden geldiğine baksanız katili bulursunuz kanaatimce. Amasra’da sekiz senedir binlerce insanın yerinden edilmesini dünyanın en güzel yerinin cehenneme çevrilmesini umursamayan ve bundan üç beş kişinin kâr etmesini hesaplayan devasa bir şirkete ve hükümete direnerek termik yaptırmayan arkadaşlardan ikisi bilgelikle ifade ettiler aslında durumu. Dediler ki “CHP ya da MHP, ellerinde güç olsun en önce onlar yapar bu termiği buraya, hiçbir şey değişmez.”Velhasıl HDP-AKP koalisyonu/dışarıdan destek verirler endişelileri için hazır bir reçetemiz yok. Birey olarak bir partiye teminat imzalatamayız. Politik ve örgütlü bir grup olarak böyle bir teminat meselesi pekâlâ mümkündü. Ama hepimizi aşan başka bir belirleyen daha var. HDP şu an söylemini belirlerken (ya da günü geldiğinde karar verirken de) başka bir değişkeni göz önüne alıyor, alacak: Dışarıdan destek de koalisyon da iktidara aday bir ana muhalefet partisi olma fırsatının tepilmesi demektir. Bölgesel ve küresel gelişmelerin de, Akdeniz havzasındaki havanın da farkında hatta bu dengeler üzerinde yıllardır var olmayı başarmış bir hareketin üzerinden yükselen bir siyasi partinin de en az bizim kadar bu olanağın farkında olduğu ortada. Her şeyin ötesinde bu ihtimal HDP’nin desteklenmesini önemli kılıyor.Kısaca biz bastığımız notanın doğruluğuna ne kadar inanırsak inanalım saldırı altında olanlar, ister içinde olalım ister olmayalım, İspanya’da, Türkiye’de ya da Yunanistan’da, o yolla ya da bu yolla, doğru ya da yanlış kendi deneyimlerini yaratmak üzere kendi notalarını aramaya devam edecekler. İster parlamentoda ister sokakta.
İspanya
Daha öncekinden aydınlık olmayan yeni bir döneme giriyoruz. Dünyanın her yerinde neredeyse her taş yerinden oynuyor. Dünyanın her yerinde savunma halindeyiz. Bugüne kadar elimizde müşterek olan ne varsa ona hayasızca saldırılıyor. Saldırının hafiflemesine dair bir emare görülmediği gibi, daha da şiddetleneceğine dair emareler kol geziyor. Birbirinden farklı iç dinamiklerini görebiliriz, ama ortak olan nokta şu ki; kendimizi savunmak için isyan etmekten başka çaremiz kalmamış. Sol bu isyanlara hazırlıksız yakalanmış durumda. Bir yanda sosyal hareketler, kendiliğinden sokağa çıkan binler, milyonlar var. Diğer yanda sendikalar, partiler, siyasi örgütler. Bir önceki dönemin şartlarında kurulmuş ve kurumsallaşmış, kurumsallaşırken de -karamsar ifadeyle söylersek- asli işlevini yitirerek sistemin kullanışlı birer aygıtına dönüşmüş yapılar. Sistem içinde oluşmuş bulunan çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı. Buna isyanların asli kitlesinin mevcut siyasetle temsil edilmediğine olan derin inancını ve mevcut siyasi kurumlara olan tiksintisini de eklersek aradaki uçurumun derinliği daha iyi anlaşılabilir. Diğer deyişle ve kısaca, tüm bu isyanları nihai hedeflerine kavuşturacak sol bir siyasetin ve onun örgütlerinin inşası epey geriden geliyor. Aradaki bu mesafeyi aşmak için dünyanın her yerinde -bizde de olduğu gibi- arayışlar mevcut. Genellikle bu arayışlar bir yandan mevcut siyasi yapıların korunması, diğer yandan sosyal ve kendiliğinden hareketlerle bağlar inşa edilmesiyle vücut buluyor. Bunun Avrupa’daki örnekleri ise Die Linke, Syriza, Podemos, sol birlikler ve cepheler.Bu arayışların akıbeti hakkında fikir verici olansa, herkesin adeta nefesini tutarak beklediği 25 Ocak’ta yapılacak Yunanistan seçimleri. Sadece sol ve Syriza’nın ittifakı olan partiler değil, tüm siyasi aktörler bu seçimin sonuçlarıyla ilgili. İspanya için ise neredeyse kendi kaderlerini önceden gördükleri bir önseçim. İspanya Başbakanı Mariano Joy geçen hafta tepe üstü yuvarlanmak üzere olan Samaras’a desteğini açıklamak için Atina’daydı misal. Zira Samaras giderse sırada kendisi var. Aynı şekilde 2014 Martı’ndaki seçimlerde önemli başarı sağlayan Podemos’un sözcüsü Pablo Iglesias, 22 Ocak’ta Syriza’nın son mitinginde Alexis Tsipras ile birlikte sahne alacak. Syriza ise muhtemel iktidarını hazırlıklı karşılamaya çalışıyor. Avrupa Sol Partisi toplantısında ayrıntılı ekonomik programını sunarak, iktidar olmak için neoliberal politikaları savunan partilerle işbirliği yapmayacağını ifade ettiler. Gelecek ne gösterir bilinmez. Financial Times gibi gazetelerde ise muhtemel Syriza iktidarı senaryoları tartışılmaya devam ediyor. Kimi yazarlar, Syriza ve benzeri sol partileri olduğu gibi, aşırı sağ partileri de ‘popülist’ olarak niteleyerek ‘iki uç-radikal’ teorisini ileri sürüp birkaç ihtimal üstünde duruyorlar. Bunlardan biri Hollanda örneğinde olduğu gibi partilerin önde gelen figürlerinin geçmişleri ya da herhangi bir kusurları ile kamuoyu önünde itibarının yok edilerek partinin de ‘püf’ diye siyaset sahnesinden çekilmesi. Yahut bu partiler tarafından örneğin borçların ödenmesi kadar ödenmemesinin yaratacağı krizlerin karşılanamaması. Bu durumda örneğin Syriza yükselttiği umutları da yok ederek ve beceriksizlik damgası yemiş olarak sönümlenebilir diye tahminde bulunuyorlar. Diğer senaryoları, anaakım partilerin kendilerini toparlayarak, yüz yıl önce yaptıkları gibi sosyal refah devleti politikalarına geri dönerek radikal-popülistleri sandıkta yenmeleri. Başka bir senaryo ise popülist partilerin teoride önerdiklerinin teoride ve kâğıt üstünde kalması ve pratikte radikal politikalarını hayata geçirmek yerine neoliberal-anaakım politikaları benimseyerek sönümlenmeleri. Buna Yunanistan örneğinde Syriza’nın PASOK’laşması ihtimali diyebiliriz. En korkulan senaryo ise yavaş yavaş canlanmaya başlayan Yunanistan ekonomisinin Syriza iktidarı ile daha da iyiye gitmesi. İşte bu egemenler açısında tam bir panik anlamına gelebilir.Egemenlerin Syriza ile ilgili kâbus ve hülyaları bunlar. Bizim için ise parlamenter yolla iktidara gelmekle toplumsal olarak iktidar olabilmek arasındaki mesafenin kapanıp kapanmayacağına dair, çağımızın sınırlarına dair, zafer ya da yenilgimize dair bir ders olacağı açık. Kendi durumumuzu başka bir yazıya bırakarak kısaca şimdilik hepsinin bedeli hepimizin üzerine olacak demekle yetinelim.
Bir dünya kupası daha sona erdi. Almanya Hollanda derken İspanya güney Afrika’nın kazananı olmayı başardı. Ondan öte futbol oynama aşkıyla, haliyle hayranı olduğumuz ve kendi politik yeşil sahalarımızda görmeyi umut ettiğimiz takım oyunuyla gönlümüzü de fethetti. Messi, Ronaldo ve Rooney gibi yıldızların parıltısı biraz sönerken Forlan, Sneijder, Iniesta gözümüzü biraz daha kamaştırdı. Ah tabii bir de kupanın asıl ve en büyük yıldızı ahtapot Paul’ü unutmamak lazım. Nerdeyse tüm maçların sonuçları üzerine bir de şampiyonu tahmin etti. Bizse insanoğlu olarak onca aklımız, istatistiğimiz ve hevesimiz elimizde bakakaldık bu altı kollu “hassas” hayvanın bilgeliğine. Tüm bunları konuşmak için biraz geç bir zaman değil mi?. Biraz geç ve gereksiz. Gündem çoktan değişti. Ancak Dünya Kupası bitse de değişmemiş olan başka bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor belki de. Belki de bu yüzden bu kadar geç bir zamanı seçmek gerekiyor. Çünkü bunları bilerek dünya kupasını belki de “keyifle” izlemek çok olası değildi.Afrİka’nIn Kara BahtI DeĞİl!Hayır! Güney Afrika’nın yoksul arka sokaklarından, Afrika’nın kara bahtından dem vurmayacağım. Biraz daha uzaktan Asya kıtasından açacağım sözü. Mevzumuz top!.yani dünya kupası bağlamında Jabulani. Daha tanıtımı yapıldığında üzerine kıyametler kopan, Adidas’ın sponsor olmadığı çoğu yıldız tarafından “bakkaldan alınmış gibi” diye eleştirilen Adidas’ın sponsoru olduğu futbolcuların ise pek de ses çıkarmadığı top. İşte futbolcuların ifade hürriyeti de bu kadar. Yani sponsorun kadar konuş, ya da sponsorun kadar konuşma. Peki bu Jabulani gökten zembille mi iniyor? O yıldızların ayaklarında pek sevdiğimiz gollere dönüşen toplar kimin elinden çıkıyor. Muhakkak burada da bir göz yanılgısı var. Daha doğrusu ideolojik bir kuşatma. Belki çoğumuz bu koskoca markaların ve de bu koskoca FIFA’nın ileri teknoloji ile düzgün çalışma koşulları altında bu topları ürettirdiğimi düşünür ya da tahmin ederiz. Ama gerçek biraz, gerçekten birazcık farklı.Televİzyonlara YansImayan Kupa!13 yıl kadar önce futbol topu üreticileri bir “Atlanta Anlaşması” imzalayarak bu sektöre hakim olan çocuk emeği, güvencesiz çalışma, aşırı fazla mesai ve kötü çalışma şartları gibi felaketleri ortadan kaldırmak yönünde hareket edeceklerini garanti altına aldılar. Bu 13 yıl boyunca hem uluslararası markalar, hem de FIFA gündemine defalarca sektördeki temel işçi ve insan hakları ihlalleri ile ilgili çeşitli raporlar geldi. Son olarak uluslararası emek hakları forumu isimli bir STK’nin raporu dünya kupası sırasında açıklandı. Ve bu rapor parıltılı kupanın ardındaki çalışma koşullarına yani kupanın televizyonda yayınlanmayan kısmına ışık tutuyor.Dünya kupasının toplarınıkadınlar ve çocuklar dikiyor!Futbol topu üretimi Pakistan, Hindistan, Çin ve Tayland’da Pakistan da yoğunlaşıyor. Futbolu oynayanlar, yönetenler, seyredenler çoğunlukla erkek. Ama örneğin Pakistan’da futbol topunu üretenlerin çoğu ev eksenli olarak çalışıyor ve bu evlerde çalışanların çoğu çocuk ve kadın. Yaşları 5 ile 14 arasında değişen 7.000 çocuğun futbol topu dikme işinde çalışıyor. Evde çalışan kadınlar ayrımcılıkla karşı karşıya. Sektörün en altında çocuklar ve bu kadınlar var. En az ücret onlara ödeniyor. Bu ücretin o ülkedeki yasal asgari ücretin bile çok altında olduğunu bilmem söylemeye ihtiyaç var mı? Kadınlar hamile oldukları dönemlerde işlerini kaybetme tehlikesi ve işveren tehdidiyle karşı karşıya. Diğer yandan hiçbir sosyal güvenceleri yok ve kayıt dışı olarak çalışıyorlar.Gazala’nIn ve Bİzİm HİkâyemİzMesela Gazala. 60 yaşında AKI için yıllardır top dikiyor. Ayda 64 dolar kazanıyor. Bu ülkesindeki asgari ücretin altında bir rakam. Yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için aylık 148 dolara ihtiyacı var. Üç de çocuğu var Gazala’nın. Geleceğe dair düşüncesi soruluyor Gazala’ya. Gazala indiriyor gözlerini “gelecek yok!” diyor. Sadece çocuklarından bahsederken parlıyor yorgun gözleri, belki çoğumuz gibi: onların eğitim alabilmesini ve belki de böylelikle “kaderin” çemberini kırabileceklerini umut ediyor.Sadece evlerdeki çalışma değil, örneğin Çin’deki bir fabrikada bazı işçiler günde 21 saat çalışıyorlar ve bu bir-iki gün değil tam tamına bir ay boyunca devam ediyor. Yani günde yalnız üç saat uyku ile yalnız ve yalnız çalışma. Bir makine parçasına dönüşmenin en somut hali. Hindistan’daki fabrikalarda örneğin, tüm Hindistan sıcağına rağmen doğru düzgün içme suyu yok fabrikalarda, doğru düzgün tuvaleti olan fabrika sayısı ise bir hayli az. Bu şartlar altında çalışan insanlar ne kadar mı para kazanıyor? Günde ortalama 2-4 top dikebiliyorlar ve top başına da 0,35 ABD $. Yaklaşık 1 dolar ya da 1,5 dolar. İşçilerin yıllık gelirleri Pakistan’da 708 dolar, Hindistan’da 600 dolar. Bu arada altına imza attıkları anlaşmaları uygulamakla görevli markaların icracı yöneticileri ne kadar kazanıyor dersiniz? Yıllık 3.950.000 dolar.Eh oyun ortada, üstelik bu oyunda bir centilmenlik ve/ya “Fair Play” de yok. Özellikle de “fair” kısmı yani adalet kısmı hiç yok. Buyurun futbolu/oyunu izleyelim şimdi. Seyirci olmaktan bıkacağımız güne dek. Gazala’nın başının öne eğilmemesi ve hem kendisini hem de çocuklarını bir gelecekleri olduğuna tekrar inandırmak için birlikte hareket etmeyi becerebileceğimiz güne dek. Zira insanlığın en insansız hali gelecekten umudunu kesmiş halidir.BİZE YAZINÇalışma hayatınızdakı tüm soru ve sorunlarınız için:ekmegimikazanirken@gmail.com
Geçenlerde İstanbul Üniversitesinin Orman Fakültesi çalışanları 30 km yol kat ederek öğle yemeği için Beyazıt Kampüsü’ne geldiler. Neden mi? Çünkü aynı yemek için idari görevlilerin yemeğe ödemesi gereken rakam İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt kampüsünde 1 TL 35 kuruş iken Orman Fakültesi Bahçeköy Kampüsü’nde 2 TL. Orman Fakültesi çalışanları da bu durumu protesto etmek ve haksızlığın giderilmesini talep etmek için 30 km yol kat ederek öğle yemeğini Beyazıt’ta Turan Emeksiz yemekhanesinde yedi. Burada “idari görevli” “akademik insanlar” ayrımı meselesine hiç değinmeyeceğim. İşverenin çalışanın öğle yemeğini ücretsiz olarak sağlama eğiliminde olduğu bir ülkede yaşadığımızı da tartışmayacağım. Ama burada bir kez daha taşeron uygulamasının saçmalığına değinmeden de edemeyeceğim. Çünkü bu farklı fiyat uygulamasının ve haksızlığın sebebi üniversite yemekhanelerinin özelleştirilmesi ve yemek hizmetinin taşeron firmalara ihale edilmesi. Çeşitli vesilelerle bu köşede tartışmaya çalıştığımız üzere aynı hizmetin taşerona verilerek “israfın önleneceği, daha kaliteli ya da aynı şekilde ama düşük fiyatlarla alınabileceği” hikayesi kocaman bir yalan. Bu olsa olsa “kamu kaynaklarını nasıl eşe dosta özel kişi ya da şirketlere aktarırım?”ın hikayesidir. Hele yemek söz konusu olduğunda kişi ya da şirketlerin kar etmesinin yolu “maliyetten” kısmak. Yani, emekçileri üç kuruşa çalıştırırsınız, kötü ama ucuz malzeme kullanırsınız. Zaten kar dışında insan sağlığı diye bir derdiniz de yoktur. O pek abarttıkları türlü şekil hijyen diye yutturdukları uygulamaların “gerçek gıda”ya erişebilmekle pek az ilişkisi vardır. Diğer yandan bu yemekleri yiyenler de beslendiklerini zannederler, ama yedikleri daha çok şişirilmiş, lifsiz, kısa süre de hazmedilen ve besin değerleri son derece düşük gıdalardır. Kısaca burada da ve eğer şanslı iseniz, gösteriş, “hijyen ve standartlar”, şov sağlam ama, içerik yoktur. Neyse uzatmayalım İstanbul Üniversitesi’nde her kampüs için ayrı ihale açan üniversite yönetimi bu ihalelerde farklı fiyatlara anlaşma sağlamış durumda. “Sana üç, ona beş” uygulamasının nedeni bu. Orman Fakültesi’nde çalışanlar yemekhaneyi boykot ediyor ve Eğitim-Sen yaşanan haksızlığı yargıya taşımış durumda. Umulur ki rektörlük bu haksızlığı mahkeme süreci sonuçlanmadan çözsün. Ve iyi ki kamu emekçilerinin sendikaları var; başka işkollarında ve işyerlerinde bundan çok daha ağır sorunlar örgütsüzlük nedeniyle değil kamuoyuna işyerinin bütününe bile yansıyamıyor. Hep söylediğimiz gibi emek ve ekmek mücadelesinde bu durumda yemek mücadelesinde de örgütlülük her tür sorunun çözümü için ilk ve en temel adım.Desa İşçilerinin ve karpuzunhikâyesiDesa işçilerini hatırlayacaksınız. Hani şu “londra’da dükkan açtım” diye böbürlenen “medeni patron!” Melih Çelet in fabrikalarında Deri-Iş Sendikası’na üye olan işçilerin hikayesi. 36 saat aralıksız fazla mesaiye, yetersiz ücretlere, zehirli kimyasallara çalışmaya dur demeye kalkışmanın hikayesi. Bu şartlar altında dünyanın en lüks markalarına Prada’ya, Marks and Spencer’a Mulberry’e, Debenhams’a, El Corte Ingles’e mal üretmenin, onların da işçisi olmanın hikayesi. En çok da Emine Arslan’ın hikayesi. Sefaköy fabrikasında sendikayı fabrikada örgütlemeye çalıştığı için kapı önüne konan, Deri İş Sendikası ile birlikte ama bir işçi, bir kadın olarak tek başına kapı önünde direnme kararı alan, rüşvetlere tehditlere “evine git!” lere boyun eğmeyen Emine Arslan’ın hikayesi. Ki o Emine Arslan işe iade davasını kazandığında parasını verip bir davul tuttu, getirdi aylarını geçirdiği Desa fabrikasının önüne. Direnişinin sonu davulla kutladı, dosta düşmana örnek olsun diye. Ama tabii medeni patron işe geri almadı Emine’yi. Gerekçe? Kendisini dünya aleme rezil etmiş çünkü. Taktı bir nevi. A tabi unutmadan aynı zamanda bu hikâye “kapının önündeki birkaç köpek” diye işçileri küçümseyen patronun hikâyesi. Sonra kapının önündekiler “30-40 şerefsize” terfi etti. Ama bana sorarsanız bu en çok da işçilerin eli kolu en büyük müşterisi olan Prada’nın kapısının önünde İtalya’da Fransa’da İspanya’da ve de İngiltere’de protestolar örgütlemeye kadar uzanınca tam anlamıyla “eşekten düşmüş karpuzsa dönen” patronun hikâyesi.Desa da neler olmuştu?2008 mayıs ayının sonundan başlayarak sendikaya üye olan işçilerden kırk biri Düzce Desa fabrikasından işten çıkarıldı. Fabrika kapısının önünde sendikalı olarak işlerine iade talebiyle beklemeye başladılar. 3 Temmuz’da da Sefaköy fabrikasında aynı gerekçe ile Emine Arslan’ın işine son verildi. Eh! sonrası galiba malum; gözaltı tehdit, rüşvet teklifleri. Ama galiba malum olmayan taraf burada başladı Desa işçilerinin hikayesinde. Desa’nın mal ürettiği uluslar arası markalara sorumluluklarını hatırlatmak üzere Deri İş’in üyesi bulunduğu uluslar arası sendikal yapılar ITG ve ETUF-TCL ve Temiz Giysi Kampanyası (CCC) ile iletişime geçildi. Gerek Avrupa basınında çıkan Desa işçileri ile gerçekleştirilen röportajlar gerek ITG’nin basın açıklamaları fakat özellikle de CCC’nin yürüttüğü kampanya netice verdi. Desa işvereni Aralık ayının ortalarında Deri-Is ile masaya oturdu. Ancak herkesi hayrete düşüren bir aymazlıkla her toplantıda bir önceki toplantıda verdiği sözleri inkar etti. Velhasıl toplantılardan hiçbir netice çıkmadı.Arslan Emİne Avrupa’da!2009 yılı Mart ayı başında Emine Arslan için CCC tarafından bir Avrupa turu düzenlendi. Emine Arslan’ın tek konuşmacı olarak katıldığı tur sırasında kendisi çalışma koşullarını ve örgütlenme serüvenini ve arkasından yaşadıklarını hem Avrupalı işçilere hem Desa’nın müşterisi olan markaların temsilcilerine, örneğin İtalya’da Prada işçilerine ve İspanya da El Corte Ingles’in temsilcilerine anlattı. Desa işverenin bu turun ardından sendikayı “Ergenekoncu”lukla suçlaması ve diğer teşebüslerini öğrenmeyi size bırakıyorum zira uzun bir liste. Köşeler yetmez bu sefaleti anlatmaya. Sonunda ne mi oldu? Nerdeyse tüm işçiler işe iade davalarını kazandılar. Sadece yerel mahkemelerde değil, temyizde, yargıtayda. Yani bu işçilerin sendikal nedenle işten atıldıkları mahkemelerce karara bağlandı.Desa patronu ve Prada yeniden dans etmek İstiyor!Sonra uluslararası kampanya yerel hukukun bir eksiğini kapadı ve Desa işvereni Deri İş Sendikası ile yerel hukukun üzerinde bir protokol imzalamaya razı oldu. Fakat yine bu hikayenin diğer aşamalarında olduğu gibi verdiği sözleri tutmuyor:6 işçiyi işe alması gerekirken 4’ünü alıyor, sendikayı üyelerinin temsilcisi olarak tanımıyor, sendika ile görüşmüyor, işçileri sendikadan istifaya zorlamaya devam ediyor, işçilerin örgütlenme özgürlüğüne saygı göstereceğine dair dağıtması gereken belge yerine “daha önce davrandığı şekilde davranacağını” belirten bir belge dağıtıyor. Yani bizimle dalga geçiyor. Bu mücadeleyi verenlerle, ona destek olanlarla. Kendisini de en büyük müşterisi olan Prada’yı da ciddiyete davet ediyoruz. Bir an evvel akıllarını başına devşirsinler. Karpuzluk etmenin alemi yok!Yeniden desa işçilerini desteklemek için. http://www.cleanclothes.org/urgent-actions/trade-union-harassment-continues-at-prada-supplierAvrupa Sosyal Forumu etkinlikleri içinde Desa işçileri, Deri iş Sendikası, ETUF-TCL Başkanı Valeria Fedeli , CCC ile bu konuyu tartışmak için bugün 1 Temmuz Perşembe, saat 17:30-20:30 arası İTÜ Makine Mühendisliği Fakültesi, Gümüşsuyu Kampüsü Salon: M012. Davetlisiniz.BİZE YAZINÇalışma hayatınızdakı tüm soru ve sorunlarınız için:ekmegimikazanirken@gmail.com
