Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Belki bana tüm zamanlar tuhaftır, bilmiyorum. Memleketin halinin gün geçtikçe tuhaflaştığını hissediyorum. Öyle bir iktidar zamanından geçiyoruz ki yalnız kendini, yandaşlarını, etki alanını değil, tüm toplumu baştan aşağı çürütüyor. En karşıtlarını kendine benzetiyor. Kibirli ve kıyıcı bir hal. Doğruluğu kendinden menkul politik iddialarla en yakınlarında olanları yatırıyorlar otopsi masasına. Tutar yeri olmayan bir densizlikle en can yakıcı yerleri bulup oraya vuruyorlar neşteri. Halbuki orada yatan kendi canlarından bir can, kendi bedenlerinden bir beden.İşte bu yüzden çok başarılı buluyorum iktidarı ve bu ülkenin eğitim sistemini. Öyle bir eğitim sistemi ki kafada bir tek soru sorma ve şaşırma yeteneği bırakmıyor. Herkes, her şeyi, hem de önceden biliyor. İşte bu yüzden kimileri için hiçbir zaman tuhaf değil zamanlar. Bin yıldır duran saatleri hep doğruyu gösterir durduğu için.Öfkeme yeniliyorum. Bu memleketi öfkelenmeden anlatmak mümkün değil. Bu memlekette her şey komplo teorisi ile açıklanır. Gezi Parkı ayaklanmasını daha az önce bir kez daha Türkiye ekonomisini hedefe alan bir komploya bağladı RTE. Solda emperyalizm analizlerinden hız alıp kendini komplo teorisinin sıcak kucağında bulan az değildir. Severiz. Bölgemizdeki siyaseti de, seçimi de komplo teorisine bağlamayı. İşte eğitim sisteminin sonuçları bunlar hep. Ülkeye bölgeye araştırıcı sorucu sorgulayıcı öğrenmeye yönelik bir gözle bakmaya ne gerek var? Şaşırmaya, öğrenmeye? Bilmeye, yanılmaya, tekrar denemeye?… Hazır başı sonu belli birkaç komplo ile evde düşünür düşünür açıklarız. Gitmeye bakmaya tanık olmaya da ihtiyaç yok hani. Ama hakim olan bu komplocu kafa yapısına tutarlı bir eleştiri getirmenin önünde maddi bir engel var: Gerçek komploların ve provokasyonların mevcudiyeti. Öyle bir memleket ki burası, tüm diğerleri gibi, komplo ve provokasyonlar siyasi hayatın bir parçası. Geçmişin siyasi ve gazeteci suikastları, Maraş, Sivas, 16 Mart, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu suikastları. Hrant Dink’in öldürülmesi. Kendi tanıklığımızla 90’ların ortalarında diyebiliriz ki kimi devletli kadrolar bu toplumun sinir uçlarına dokunarak provokasyon yapmak konusunda 1980 öncesi başladıkları kariyerlerinin zirvesine ulaştılar. Siz bunu 1000 operasyon, sokak ortasında başının arkasından gençlerin vurulması, gazetecilerin gözaltında öldürülmesi, gözaltında kayıplar, asit kuyuları toplu mezarlar olarak okuyun. Bunların ustaları son dönemde geçirdikleri sendelemeyi de savuşturmuş durumdalar. Yani hiç mi bu memlekette komplo provokasyon yok, siyaseten hiç mi belirleyici olmamış deseler? E olmuş dersiniz. Bundan sonra olmayacağının da öyle kimilerinin sandığı gibi bir garantisi yok.RTE “bu gömlek bize dar geliyor” diyor. Ne olacak? Türk usulü başkanlık. Aslında dar gelen bildiğin hukuk. “Hukuku da kaldırıp rahat edelim. Yağmamızı istediğimiz gibi yapalım, itiraz edenin tepesine binelim” diyecek onun yerine Türk usulü başkanlık diyor. Seçim sonuçlarının düşüşünün başlangıcı olabileceğinin pek ala farkında. Arkasından ekliyor: 400 milletvekili olmazsa bari 340 olmadı 335 olsun. İktidardan gitme şansı yok. Şansını sonuna kadar zorlayacak. İster kendi “güzellik” anlayışı ile bağıra bağıra… Ya da işi bilenlere havale ederek, eski usul provokasyon, komplo ile gün geçtikçe daha fazla zorla… Bu gidişe nasıl çomak sokulur ortada. Demem o ki seçimler önemli. Seçimlere kadar zor günler göreceğiz. Seçimlerden sonrası da zor olacak. Ama bu zorluk başarmanın mı yoksa topyekûn bir geri çekilmenin mi zorluğu olacak onu seçim tercihlerimiz önemli oranda belirleyecek. Bunun sorumluluğu ile davranalım.
Hrant Dink
Bir müddettir bir konferans sebebiyle yurtdışında dolanmaktayım. Dolanmaktayım dedi isem Almanya’dayım. “Amman ne güzel” diyen olabilir. Memleketin boğucu havasından bir kaç gün sıyrılmış olma ihtimali varmış gibi görünebilir. “Nasıl olsa geri döneceğim” iç rahatlığı ile birkaç günlüğüne unutulabilir sanki her şey. Ama olmuyor.Geride bıraktığımız Türkiye de Hrant’ın katillerinin akıbeti belli olmuş, onları organize edenlere verilen ceza ve de soruşturmanın bir adım öteye götürülmemesinin öfkesi taze idi. Zevahiri bile kurtarmaya zahmet etmemiş idi hazretler. AKP’nin A harfinden bir adalet umanlara “biz demiştik” demek öfkemizi yatıştırmıyor ve hiçbir işe yaramıyor neticeyi de değiştirmiyordu. Geride kalan tam olarak bu idi.Yerliler, Yabancılar, DüşmanlarÖnümüzde duran ve katıldığımız konferansın adı “yabancılar yabancı düşmanlar vatandaşlık mülkiyet hakları ve birinci dünya savaşı” Ne ilgisi var? Var. Birinci Dünya Savaşı. Eş zamanlı olarak küreselleşme, milliyetçileşme ve yabancı düşmanlığı. Tanıdık geliyor mu? Devam edelim. Birinci Dünya Savaşı patladığında, Rusya’da Yahudiler ve Almanlar, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nda İtalyanlar, Slavlar ve Yahudiler, İngiltere’de ve Fransa’da yine Almanlar, ABD’inde Japonlar, “düşman yabancı” ilan edilip kapı dışarı ediliyorlar. Kapı dışarı edilen yahut kapı dışarı edilmek için toplama kamplarına tıkılan nüfusun miktarı on binlerden yüz binlere uzanan bir genişlikte. Yüzyılın başında modern devlet mantığı savaşı ulus devleti inşa etmede verimli bir araç olarak kullanıyor ve ulusun içerisinde “gereksiz ve tehlikeli” bulduklarını “temizliyor”. Kendi vatandaşlarının geçmişlerinin izini sürerek onları “yabancı” kategorisine dâhil ediyor ya da misafir olarak o memlekette yaşayan “yabancıları” “kapı dışarı “ederek “bazı sorunları” çözüyor. Örneğin Rusya’da kırsal bölgelere yerleşmiş ve geniş arazilere sahip Almanlar ilk gönderilenler. Bu gönderilmenin kendi mantığı icabı, “casus” olmaya yetkin şehirli Almanlara çok sonra sıra geliyor. Zira onların el konulacak geniş arazileri yok.SoykırımAvusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi Birinci Dünya Savaşı’nda ömrünü tamamlayan Osmanlı imparatorluğunda ise durum birazcık farklı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile giriştiği savaş ve Balkan Savaşları nedeniyle yerlerinden olan ve Anadolu’ya doğru akan Müslüman nüfus yüz binler milyonlarla tanımlanacak büyüklükte. İmparatorluk sınırları içerisinde ise son günlerin gözde mevzusu Osmanlı kültürel çeşitliliği ve hoşgörüsünden bahsetmek pek olası değil. Osmanlı ülkesine dışarıdan gelmiş ve yerleşmiş değil de, imparatorluğun yüzyıllardır tebaası ve daha sonrada vatandaşı olagelmiş iki kadim nüfus Birinci Dünya Savaşı sonunda ve sonucunda köklerinden tümüyle sökülüyor. Yunanistan ve Türkiye arasındaki Nüfus Mübadelesini başka bir yazıya bırakalım. İki kadim nüfusun diğeri”Ermeniler.”Hazır soykırım konusu bir kez daha açılmışken.YüzleşmeBirbirlerinden bambaşka hayatlardan, farklı sınıflardan, farklı politik görüşlerden farklı cinsiyetlerden ve cinsel tercihlerden, farklı etnik kökenlerden gelen insanların kendilerini bir bütünün parçaları olarak “hayal etmeleri” ulusun inşasının başlangıcı olarak görülür bir görüşe göre. Ancak bu “hayal” modern devletin bu farklı grupları tek tipleştirici pratikleri ile ete kemiğe bürünür. Diğer yandan soykırımın en temel dayanağı bir etnik grubun öncelikle soyut bir kategoriye dönüştürülmesidir. Birbirlerinden bambaşka hayatlardan, farklı sınıflardan, farklı politik görüşlerden farklı cinsiyetlerden ve cinsel tercihlerden gelen insanlar bu soyut kategori içerisinde tanımlanır. Eğer ortada bir suç ve ceza varsa bile bunların şahsiliği göz önüne alınmaz. Bu kategoriye girenler toplama kamplarına gönderilir, sürülür ve öldürülürler. “Ermenilik” Osmanlı Devleti tarafından böyle bir kategori olarak ele alınmış mıdır?Hrant Dink davası ve sonucu bu açıdan canımızı bir kez daha yakmış ve gözümüzü açmıştır. Bu davaya bakarak “Ermenilik” kategorisinin Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm organları ve iktidar partisi tarafından nasıl ele alındığını görebilmek mümkündür. Başta iktidar partisinin tabanı olmak üzere “çoğunluğun” anlayışı “biz Hrant’ı öldürenleri kınadık, siz de Türk büyükelçilerini öldürenleri kınayın” ısrarından bir adım öteye gidememiştir.”Ermenilik” bir kategori olarak bu çoğunluğun zihninde ancak “bir sizden bir bizden” olarak yankılanmaktadır… Yüzleşme: bu topraklardan Der-zora tehcir edilmiştir. Velhasıl demem odur ki işimiz zordur. Tarih daima ileriye doğru gitmez. Bazen böyle devam eder, önce 1915 sonra 2007, sonra yeniden 1915’e doğru.
Sabahın köründe girebilirler evinizin içine. Mahrem hayatınızın üzerine basıp darmadağın edebilirler hayatın soğuğundan ve zulmünden kaçıp kurtulduğunuz köşeleri. Sizi çekip alabilirler kuytusundan eşinizin ve çocuğunuzun. Arkadaşlarınızı öldüren polislerin, ukala valilerin, sizi sokak ortasında, çocuğunuzu ana karnında, eşinizi karnı burnunda tehdit edenlerin karşısında, sırf bir çalışan olarak hakkınızı aradınız diye “sana hiçbir yerde iş yok” diye yüzünüze sırıtan utanmaz müdürlerin medya patronlarının karşısında, ölüm tehditleri karşısında copların karşısında parmak sallamaların karşısında eğmediğiniz başınıza bir el uzanır. El uzanır sizin başınızı eğip, sizi bir polis otosunun içine sokmaya kalkar. Güya başınızı arabanın kapısına vurmayasınız diyeymiş. Öyle düşünmekteler esenliğinizi ama son söz sana aittir yine de. “Dokunmayın arkadaşlar” dersin “yanarsınız.” Anlamsızca gerekçe ararsınız. Gerekçe size bile gösterilmeyen gizli delillerdir. “tutuklandım abi” “neden tutuklandın?” “gizli delil abi” “evet anlıyorum!” Bir nevi “Zaytung” haberi.Ergenekoncu olmamız muhtemeldir. “yargı bağımsızdır….gazetecilik değil başka nedenlerle..bekleyelim yargı işini yapsın” .diyor hikmeti kendinden menkul siyasi ağızlar. Hepsi teker teker çıkıp böyle diyor ekranlardan yüzümüze. Onlar böyle dedikçe, hepsi bir ağızdan bir koro halinde böyle dedikçe daha az inanılır hale geliyor söyledikleri. Yapışkan bir yüzsüzlükle tekrarlıyorlar ama durmadan. Hiiiç kondurmuyorlar. Darbeyle hesaplaştığını iddia eden iktidara faili meçhullerin hesabı diyorsunuz bir tıss sesi çıkarıyor yalnız. Onlar bizden önceydi! İnsanın gözünü belertip “yok yaa!” diyesi geliyor. Ne sendikalaştığı için işten atılan, iş kazalarında(!) katledilen işçinin hesabı, ne açlıktan ölen bebeklerin hesabı, ne durmadan, durmadan öldürülen kadınların hesabı sorulabilir onlardan. Onlar sütten çıkmış ak kaşıktır zira. Her biri için bir cevapları vardır. Ama bir tek şeyden öyle emindirler. Onlar sorumlu değildir. Bir sorumlu varsa ondan öncekilerdir. İki dönemdir iktidarda olsunlar ya da olmasınlar, onlar terrrrtemizdir!. Varsa yoksa medyanın suçudur bu. Böyle trajediler öne çıkarılıp iktidarları yıpratılmak isteniyordur zira. Ahh bu gazetecilerin bir de kitap yazanları var: İmamın ordusu diye. İşte o iktidarlarına daha da büyük tehdittir. Öyleyse o kitabı yazan gazeteci Ergenekoncudur. İnsanlar ikiye ayrılır. Onlardan olanlar ve onlardan olmayanlar. Olmayanların Ergenekoncu olması kuvvetle muhtemeldir.Ahmet Şık’a Gazetecilik Dersi!Aslında ne iyi gazeteciler var memlekette. At işte başlığı “gazetecilikten tutuklanmadılar” diye. Çal davulunu iktidarın. Gözünü kapa. Görmez ol gözüne girenleri Evet de evet de. Olmadı yetmez ama evet de. Tahkim et sağdan soldan iktidarı. Otur köşenden yaz. Her devrin adamı ol. Öyle iyi öyle incelikli yap ki bu işi- yalakalık dediğimizi halk arasında- şaşırsın iktidar sahipleri bile. Bu kadarını da beklemiyorduk bu adamdan desinler. Okuyanlar solcu sansınlar hala seni. Onların bile aklına gelmeyecek “demokratlıklarını” keşfet iktidar sahiplerinin. Cilala cilala sun. Böyle yaparsan işte gazetelerin köşelerinden ekranlara da fırlarsın hem. Hem bir zamanlar aynı gazetenin sütunlarını paylaştığın arkadaşına öyle olmadığını bile bile ta içinde “gazetecilikten alınmadılar” da diyebilirsen bir de. İşte o an sen tam olmuşsundur. Tam oldun mu iyi olur. Gelsin programlar paralar, evler, arabalar.Böyle Gazetecilik Olmaz Ahmet Şık!Hah bak şimdi tam aydınlandım. Ah Ahmet ah, sen bu gazeteciliği becerememişsin. Ondan bu başına gelenler. Sen git Manisa’da işkence gören çocukların davasını izle. Sen git 96’da öldürülen arkadaşın Metin Göktepe’nin davasının peşini bırakma. Gazetecilik yap, tanıklık yap bir de. Cumartesi Anneleri’nin önünden ayrılma. Üstüne bir de çalışma saatlerine falan itiraz et o en büyük medya patronlarının karşısında. Sendika, hak, hukuk gibi laflar et. Baş eğmeyi reddet. Güzelce atıl ve bir daha bu sektörde iş bulamamakla tehdit edil. Bir nevi açlıkla terbiye etmekle tehdit etsinler seni yani gazetecilikten başka yapacak bir işin olmadığından. Sonra çık yine haber yap. Kendin olmakta, kendi kafana göre gazeteci ve insan olmakta ısrar et. Hasan Ocak’ın annesinin yanında dur. Bir de darbe günlükleri felan yayınla. Üstüne kitaplarla tüy dik “kırk satır mı kırk katır mı?.”İş mi şimdi bunlar? Hrant Dink›e kafayı takmış ötekiyle birlikte alınırsın iste. Hooop Metin›in, Hasan›nın, Hrant›ın katilleri ile, katil emrini verenlerle, katillerin sırtlarını yasladıkları ile aynı kefeye. İşte böyle. Elde yok avuçta yok bir ömür. Ekranlardan gördüğümüz mütevazi evinde. Ne en büyük gazetelerde bir köşe ne en büyük ekranlarda bir program ne şatafat iltifat devletli ağızlardan. Birkaç gazetecilik ödülü almışsın gerçi.“Ananı” ve Bizi de Al da Git!Ama böyleysen suçun büyüğü annenin. Belli dik başlılığını da ondan almışsın. Annen Fatma Şık konuşuyor dik dik: “son 10 yılda Başbakanın bilgisi olmadan hiçbir emniyet müdürü ve görevlisi veya özel görevlileri tavuk bile kesemez…..Oğullarımı başkalarının paralarıyla Amerika’da okutmadım, başkalarının paralarıyla iş kurmadım. Hediye gemiler almadım. Ben çocuklarımı okutmak için yeri geldi nikah yüzüğümü, yeri geldi çeyizimi sattım, ama onları Türkiye’ye dürüst, onurlu bir miras vererek yetiştirdim. Savcı ilk defa açıklama yaptı. Neymiş, “Devlet sırrıymış söyleyemem.” “Devlet sırrı dediğin belgenin 3-5 gün sonra düzmece olmayacağı ne malum?” diyor. Fadime Göktepe, Emine Ocak da sana oğlum diyorlar. İsyankar annelerden yana zenginsin. Ahmet, sen en iyisi bu kez başbakanın sözünü dinle. Bir yolunu bul “ananı da al git” Fatma Şık’ı, Fadime Göktepe’yi, Emine Ocak’ı Hrant’ın ailesini al, başka bir yere git. Sana, senin gazeteciliğine inanlar, bizler de ardından gelelim. Zira buranın cehennemden farkı kalmadı. Zira senin kalemin kırılmış, sen parmaklıklar ardına konulmuşken mücadele etme iyimserliği bile kayıp gidiyor elimizden. Bir tek “Ahmet Şık olsa peşini bırakmazdı” düşüncesi kalıyor geriye bir umut olarak. Bir de öğrenci eylemlerinde seni fotoğraf makinen ile orada görünce içimizin rahatlamasının sıcak hatırası.
