Daha öncekinden aydınlık olmayan yeni bir döneme giriyoruz. Dünyanın her yerinde neredeyse her taş yerinden oynuyor. Dünyanın her yerinde savunma halindeyiz. Bugüne kadar elimizde müşterek olan ne varsa ona hayasızca saldırılıyor. Saldırının hafiflemesine dair bir emare görülmediği gibi, daha da şiddetleneceğine dair emareler kol geziyor. Birbirinden farklı iç dinamiklerini görebiliriz, ama ortak olan nokta şu ki; kendimizi savunmak için isyan etmekten başka çaremiz kalmamış. Sol bu isyanlara hazırlıksız yakalanmış durumda. Bir yanda sosyal hareketler, kendiliğinden sokağa çıkan binler, milyonlar var. Diğer yanda sendikalar, partiler, siyasi örgütler. Bir önceki dönemin şartlarında kurulmuş ve kurumsallaşmış, kurumsallaşırken de -karamsar ifadeyle söylersek- asli işlevini yitirerek sistemin kullanışlı birer aygıtına dönüşmüş yapılar. Sistem içinde oluşmuş bulunan çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı. Buna isyanların asli kitlesinin mevcut siyasetle temsil edilmediğine olan derin inancını ve mevcut siyasi kurumlara olan tiksintisini de eklersek aradaki uçurumun derinliği daha iyi anlaşılabilir. Diğer deyişle ve kısaca, tüm bu isyanları nihai hedeflerine kavuşturacak sol bir siyasetin ve onun örgütlerinin inşası epey geriden geliyor. Aradaki bu mesafeyi aşmak için dünyanın her yerinde -bizde de olduğu gibi- arayışlar mevcut. Genellikle bu arayışlar bir yandan mevcut siyasi yapıların korunması, diğer yandan sosyal ve kendiliğinden hareketlerle bağlar inşa edilmesiyle vücut buluyor. Bunun Avrupa’daki örnekleri ise Die Linke, Syriza, Podemos, sol birlikler ve cepheler.Bu arayışların akıbeti hakkında fikir verici olansa, herkesin adeta nefesini tutarak beklediği 25 Ocak’ta yapılacak Yunanistan seçimleri. Sadece sol ve Syriza’nın ittifakı olan partiler değil, tüm siyasi aktörler bu seçimin sonuçlarıyla ilgili. İspanya için ise neredeyse kendi kaderlerini önceden gördükleri bir önseçim. İspanya Başbakanı Mariano Joy geçen hafta tepe üstü yuvarlanmak üzere olan Samaras’a desteğini açıklamak için Atina’daydı misal. Zira Samaras giderse sırada kendisi var. Aynı şekilde 2014 Martı’ndaki seçimlerde önemli başarı sağlayan Podemos’un sözcüsü Pablo Iglesias, 22 Ocak’ta Syriza’nın son mitinginde Alexis Tsipras ile birlikte sahne alacak. Syriza ise muhtemel iktidarını hazırlıklı karşılamaya çalışıyor. Avrupa Sol Partisi toplantısında ayrıntılı ekonomik programını sunarak, iktidar olmak için neoliberal politikaları savunan partilerle işbirliği yapmayacağını ifade ettiler. Gelecek ne gösterir bilinmez. Financial Times gibi gazetelerde ise muhtemel Syriza iktidarı senaryoları tartışılmaya devam ediyor. Kimi yazarlar, Syriza ve benzeri sol partileri olduğu gibi, aşırı sağ partileri de ‘popülist’ olarak niteleyerek ‘iki uç-radikal’ teorisini ileri sürüp birkaç ihtimal üstünde duruyorlar. Bunlardan biri Hollanda örneğinde olduğu gibi partilerin önde gelen figürlerinin geçmişleri ya da herhangi bir kusurları ile kamuoyu önünde itibarının yok edilerek partinin de ‘püf’ diye siyaset sahnesinden çekilmesi. Yahut bu partiler tarafından örneğin borçların ödenmesi kadar ödenmemesinin yaratacağı krizlerin karşılanamaması. Bu durumda örneğin Syriza yükselttiği umutları da yok ederek ve beceriksizlik damgası yemiş olarak sönümlenebilir diye tahminde bulunuyorlar. Diğer senaryoları, anaakım partilerin kendilerini toparlayarak, yüz yıl önce yaptıkları gibi sosyal refah devleti politikalarına geri dönerek radikal-popülistleri sandıkta yenmeleri. Başka bir senaryo ise popülist partilerin teoride önerdiklerinin teoride ve kâğıt üstünde kalması ve pratikte radikal politikalarını hayata geçirmek yerine neoliberal-anaakım politikaları benimseyerek sönümlenmeleri. Buna Yunanistan örneğinde Syriza’nın PASOK’laşması ihtimali diyebiliriz. En korkulan senaryo ise yavaş yavaş canlanmaya başlayan Yunanistan ekonomisinin Syriza iktidarı ile daha da iyiye gitmesi. İşte bu egemenler açısında tam bir panik anlamına gelebilir.Egemenlerin Syriza ile ilgili kâbus ve hülyaları bunlar. Bizim için ise parlamenter yolla iktidara gelmekle toplumsal olarak iktidar olabilmek arasındaki mesafenin kapanıp kapanmayacağına dair, çağımızın sınırlarına dair, zafer ya da yenilgimize dair bir ders olacağı açık. Kendi durumumuzu başka bir yazıya bırakarak kısaca şimdilik hepsinin bedeli hepimizin üzerine olacak demekle yetinelim.
hollanda
Bir dünya kupası daha sona erdi. Almanya Hollanda derken İspanya güney Afrika’nın kazananı olmayı başardı. Ondan öte futbol oynama aşkıyla, haliyle hayranı olduğumuz ve kendi politik yeşil sahalarımızda görmeyi umut ettiğimiz takım oyunuyla gönlümüzü de fethetti. Messi, Ronaldo ve Rooney gibi yıldızların parıltısı biraz sönerken Forlan, Sneijder, Iniesta gözümüzü biraz daha kamaştırdı. Ah tabii bir de kupanın asıl ve en büyük yıldızı ahtapot Paul’ü unutmamak lazım. Nerdeyse tüm maçların sonuçları üzerine bir de şampiyonu tahmin etti. Bizse insanoğlu olarak onca aklımız, istatistiğimiz ve hevesimiz elimizde bakakaldık bu altı kollu “hassas” hayvanın bilgeliğine. Tüm bunları konuşmak için biraz geç bir zaman değil mi?. Biraz geç ve gereksiz. Gündem çoktan değişti. Ancak Dünya Kupası bitse de değişmemiş olan başka bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor belki de. Belki de bu yüzden bu kadar geç bir zamanı seçmek gerekiyor. Çünkü bunları bilerek dünya kupasını belki de “keyifle” izlemek çok olası değildi.Afrİka’nIn Kara BahtI DeĞİl!Hayır! Güney Afrika’nın yoksul arka sokaklarından, Afrika’nın kara bahtından dem vurmayacağım. Biraz daha uzaktan Asya kıtasından açacağım sözü. Mevzumuz top!.yani dünya kupası bağlamında Jabulani. Daha tanıtımı yapıldığında üzerine kıyametler kopan, Adidas’ın sponsor olmadığı çoğu yıldız tarafından “bakkaldan alınmış gibi” diye eleştirilen Adidas’ın sponsoru olduğu futbolcuların ise pek de ses çıkarmadığı top. İşte futbolcuların ifade hürriyeti de bu kadar. Yani sponsorun kadar konuş, ya da sponsorun kadar konuşma. Peki bu Jabulani gökten zembille mi iniyor? O yıldızların ayaklarında pek sevdiğimiz gollere dönüşen toplar kimin elinden çıkıyor. Muhakkak burada da bir göz yanılgısı var. Daha doğrusu ideolojik bir kuşatma. Belki çoğumuz bu koskoca markaların ve de bu koskoca FIFA’nın ileri teknoloji ile düzgün çalışma koşulları altında bu topları ürettirdiğimi düşünür ya da tahmin ederiz. Ama gerçek biraz, gerçekten birazcık farklı.Televİzyonlara YansImayan Kupa!13 yıl kadar önce futbol topu üreticileri bir “Atlanta Anlaşması” imzalayarak bu sektöre hakim olan çocuk emeği, güvencesiz çalışma, aşırı fazla mesai ve kötü çalışma şartları gibi felaketleri ortadan kaldırmak yönünde hareket edeceklerini garanti altına aldılar. Bu 13 yıl boyunca hem uluslararası markalar, hem de FIFA gündemine defalarca sektördeki temel işçi ve insan hakları ihlalleri ile ilgili çeşitli raporlar geldi. Son olarak uluslararası emek hakları forumu isimli bir STK’nin raporu dünya kupası sırasında açıklandı. Ve bu rapor parıltılı kupanın ardındaki çalışma koşullarına yani kupanın televizyonda yayınlanmayan kısmına ışık tutuyor.Dünya kupasının toplarınıkadınlar ve çocuklar dikiyor!Futbol topu üretimi Pakistan, Hindistan, Çin ve Tayland’da Pakistan da yoğunlaşıyor. Futbolu oynayanlar, yönetenler, seyredenler çoğunlukla erkek. Ama örneğin Pakistan’da futbol topunu üretenlerin çoğu ev eksenli olarak çalışıyor ve bu evlerde çalışanların çoğu çocuk ve kadın. Yaşları 5 ile 14 arasında değişen 7.000 çocuğun futbol topu dikme işinde çalışıyor. Evde çalışan kadınlar ayrımcılıkla karşı karşıya. Sektörün en altında çocuklar ve bu kadınlar var. En az ücret onlara ödeniyor. Bu ücretin o ülkedeki yasal asgari ücretin bile çok altında olduğunu bilmem söylemeye ihtiyaç var mı? Kadınlar hamile oldukları dönemlerde işlerini kaybetme tehlikesi ve işveren tehdidiyle karşı karşıya. Diğer yandan hiçbir sosyal güvenceleri yok ve kayıt dışı olarak çalışıyorlar.Gazala’nIn ve Bİzİm HİkâyemİzMesela Gazala. 60 yaşında AKI için yıllardır top dikiyor. Ayda 64 dolar kazanıyor. Bu ülkesindeki asgari ücretin altında bir rakam. Yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için aylık 148 dolara ihtiyacı var. Üç de çocuğu var Gazala’nın. Geleceğe dair düşüncesi soruluyor Gazala’ya. Gazala indiriyor gözlerini “gelecek yok!” diyor. Sadece çocuklarından bahsederken parlıyor yorgun gözleri, belki çoğumuz gibi: onların eğitim alabilmesini ve belki de böylelikle “kaderin” çemberini kırabileceklerini umut ediyor.Sadece evlerdeki çalışma değil, örneğin Çin’deki bir fabrikada bazı işçiler günde 21 saat çalışıyorlar ve bu bir-iki gün değil tam tamına bir ay boyunca devam ediyor. Yani günde yalnız üç saat uyku ile yalnız ve yalnız çalışma. Bir makine parçasına dönüşmenin en somut hali. Hindistan’daki fabrikalarda örneğin, tüm Hindistan sıcağına rağmen doğru düzgün içme suyu yok fabrikalarda, doğru düzgün tuvaleti olan fabrika sayısı ise bir hayli az. Bu şartlar altında çalışan insanlar ne kadar mı para kazanıyor? Günde ortalama 2-4 top dikebiliyorlar ve top başına da 0,35 ABD $. Yaklaşık 1 dolar ya da 1,5 dolar. İşçilerin yıllık gelirleri Pakistan’da 708 dolar, Hindistan’da 600 dolar. Bu arada altına imza attıkları anlaşmaları uygulamakla görevli markaların icracı yöneticileri ne kadar kazanıyor dersiniz? Yıllık 3.950.000 dolar.Eh oyun ortada, üstelik bu oyunda bir centilmenlik ve/ya “Fair Play” de yok. Özellikle de “fair” kısmı yani adalet kısmı hiç yok. Buyurun futbolu/oyunu izleyelim şimdi. Seyirci olmaktan bıkacağımız güne dek. Gazala’nın başının öne eğilmemesi ve hem kendisini hem de çocuklarını bir gelecekleri olduğuna tekrar inandırmak için birlikte hareket etmeyi becerebileceğimiz güne dek. Zira insanlığın en insansız hali gelecekten umudunu kesmiş halidir.BİZE YAZINÇalışma hayatınızdakı tüm soru ve sorunlarınız için:ekmegimikazanirken@gmail.com
