Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Belki bana tüm zamanlar tuhaftır, bilmiyorum. Memleketin halinin gün geçtikçe tuhaflaştığını hissediyorum. Öyle bir iktidar zamanından geçiyoruz ki yalnız kendini, yandaşlarını, etki alanını değil, tüm toplumu baştan aşağı çürütüyor. En karşıtlarını kendine benzetiyor. Kibirli ve kıyıcı bir hal. Doğruluğu kendinden menkul politik iddialarla en yakınlarında olanları yatırıyorlar otopsi masasına. Tutar yeri olmayan bir densizlikle en can yakıcı yerleri bulup oraya vuruyorlar neşteri. Halbuki orada yatan kendi canlarından bir can, kendi bedenlerinden bir beden.İşte bu yüzden çok başarılı buluyorum iktidarı ve bu ülkenin eğitim sistemini. Öyle bir eğitim sistemi ki kafada bir tek soru sorma ve şaşırma yeteneği bırakmıyor. Herkes, her şeyi, hem de önceden biliyor. İşte bu yüzden kimileri için hiçbir zaman tuhaf değil zamanlar. Bin yıldır duran saatleri hep doğruyu gösterir durduğu için.Öfkeme yeniliyorum. Bu memleketi öfkelenmeden anlatmak mümkün değil. Bu memlekette her şey komplo teorisi ile açıklanır. Gezi Parkı ayaklanmasını daha az önce bir kez daha Türkiye ekonomisini hedefe alan bir komploya bağladı RTE. Solda emperyalizm analizlerinden hız alıp kendini komplo teorisinin sıcak kucağında bulan az değildir. Severiz. Bölgemizdeki siyaseti de, seçimi de komplo teorisine bağlamayı. İşte eğitim sisteminin sonuçları bunlar hep. Ülkeye bölgeye araştırıcı sorucu sorgulayıcı öğrenmeye yönelik bir gözle bakmaya ne gerek var? Şaşırmaya, öğrenmeye? Bilmeye, yanılmaya, tekrar denemeye?… Hazır başı sonu belli birkaç komplo ile evde düşünür düşünür açıklarız. Gitmeye bakmaya tanık olmaya da ihtiyaç yok hani. Ama hakim olan bu komplocu kafa yapısına tutarlı bir eleştiri getirmenin önünde maddi bir engel var: Gerçek komploların ve provokasyonların mevcudiyeti. Öyle bir memleket ki burası, tüm diğerleri gibi, komplo ve provokasyonlar siyasi hayatın bir parçası. Geçmişin siyasi ve gazeteci suikastları, Maraş, Sivas, 16 Mart, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu suikastları. Hrant Dink’in öldürülmesi. Kendi tanıklığımızla 90’ların ortalarında diyebiliriz ki kimi devletli kadrolar bu toplumun sinir uçlarına dokunarak provokasyon yapmak konusunda 1980 öncesi başladıkları kariyerlerinin zirvesine ulaştılar. Siz bunu 1000 operasyon, sokak ortasında başının arkasından gençlerin vurulması, gazetecilerin gözaltında öldürülmesi, gözaltında kayıplar, asit kuyuları toplu mezarlar olarak okuyun. Bunların ustaları son dönemde geçirdikleri sendelemeyi de savuşturmuş durumdalar. Yani hiç mi bu memlekette komplo provokasyon yok, siyaseten hiç mi belirleyici olmamış deseler? E olmuş dersiniz. Bundan sonra olmayacağının da öyle kimilerinin sandığı gibi bir garantisi yok.RTE “bu gömlek bize dar geliyor” diyor. Ne olacak? Türk usulü başkanlık. Aslında dar gelen bildiğin hukuk. “Hukuku da kaldırıp rahat edelim. Yağmamızı istediğimiz gibi yapalım, itiraz edenin tepesine binelim” diyecek onun yerine Türk usulü başkanlık diyor. Seçim sonuçlarının düşüşünün başlangıcı olabileceğinin pek ala farkında. Arkasından ekliyor: 400 milletvekili olmazsa bari 340 olmadı 335 olsun. İktidardan gitme şansı yok. Şansını sonuna kadar zorlayacak. İster kendi “güzellik” anlayışı ile bağıra bağıra… Ya da işi bilenlere havale ederek, eski usul provokasyon, komplo ile gün geçtikçe daha fazla zorla… Bu gidişe nasıl çomak sokulur ortada. Demem o ki seçimler önemli. Seçimlere kadar zor günler göreceğiz. Seçimlerden sonrası da zor olacak. Ama bu zorluk başarmanın mı yoksa topyekûn bir geri çekilmenin mi zorluğu olacak onu seçim tercihlerimiz önemli oranda belirleyecek. Bunun sorumluluğu ile davranalım.
Başkanlık
Arkadaş senin bizimle derdin nedir? “Her kürtaj bir Uluderedir” buyurmuşsun??! ! Kendi münasip tarafını kurtarmak azminde bunu kim yaptı sorusuna karşılık veremiyorsun. Kıvırıyorsun. . “Dikkat ederseniz kaçakçıların hiçbiri bu bombalara basmıyor. Harita kimlerin elinde olabilir.” diyerek Uluderede can verenlerin «teröristler» olduğu iması gözümüzden kaçmış değil! Diyorsun ki «teröristler» yani «bombalarla katledilmeleri mübahtır!» Daha da derin şüphelere sürükleniyoruz. Cevaplanamayan o soru da duruyor ortada ! En son 2011 in Ekim ayında TBMM genel kurulundan geçen tezkerede TSK tarafından «hudut, şümul, miktar ve zamanı Hükümetçe belirlenecek şekilde,» sınır ötesi harekat yapılabileceği açıkça yazılmış. Yani soru şu: Uludere operasyonun «hudut, şümul, miktar ve zamanı hükümetçe belirlenmişdir? Altında imzan var mı ey Tayyip? Doğmamışın hakkını savunan «ince» vicdanın da bir kıpırtı var mı? «Allah›ın verdiği canı» o vakitler kanlı canlı hayatta olan, o otuzdört canı almanın karşısında “hakkın yerini bulduğuna dünyada ve yarın ruz-i mahşerde” şahadet edebilecek bir sahih müslüman olsun bulabilecek misin acaba?Bir daha soralım: Altında imzan var mı? Yoksa sorumlu kim? Sorular bunlar. Cevap niye kürtaj onu anlamadık. Bu başımızdan geçen 12 Eylül darbesinin kazara getirdiği tek iyilik seksen öncesi fiilen yapılan kürtajı bir hak olarak yasaya taşıması olmadı mı? Ama ne hak! Evli isen kocandan 18 yaşın altında isen babandan izin alma sorumluluğu var! O kocanın babanın sana şiddet göstermemek, öldürmemek, tecavüz etmemek, satmamak, ruh ve vücut bütünlüğünü korumak gibi bir sorumluluğu var mı? Kanun uygulayıcılarımıza bakarak yok! Tüm hayatını ona göre ayarlamak, hayatından fedakarlıkta bulunmak, çocuğunun altını değiştirmek, gece bakmak, mamasını yedirmek, yıkamak, saçını taramak, sabahları hazırlayıp yuvaya götürmek, yuvanın parasını ödemek gibi bir zorunlulukları var mı? O da yok! Peki «o izni al bu izni al» diyen devletimiz dünyaya gelmiş bir çocuğun bakımı konusunda örneğin çalışan bir anne isen ne tedbir alıyor? Mesela devletimiz «150 ve üzerinde kadın çalıştıran işyerlerinde kreş yasal zorunluluk» diye bağlamış kendini. Güya iktidar olan, car car konuşan «tecavüze uğrayan da doğursun devlet bakar» diyen bıyıklılar sülalesi ve Tayyip efendi kendi iktidarları döneminde kaç işyerini denetleyip kaçına kreş açtırmışlar? Bi söyleyiversinler! Ama «tecavüze uğrayan da doğursun»un altında daha büyük bir bit yeniği de olabilir. 13 yaşında ki bir kız çocuğuna tecavüz edenlere bakınca, bu tecavüzcüleri yargılayıp hukuk adına tecavüzden rıza çıkaranlara bakınca, kadınları katledenlere bakınca, aradaki politik ve gerçek akrabalığı görmemek mümkün olmuyor. Velhasıl kendi soylarının devamının peşindeler bu açıklamayla belli ki. Diğer yandan Amerikan predatörü, başkanlıktı derken Tayyip Efendinin belliki ayarları bozuldu . Kendini ABD başkanlık seçimlerinde sandı da her daim “doğmamışın yaşam hakkı”nın peşinde olan muhafazarlara ne bileyim koyu katolik ortodoks ve protestanlara oynuyor. Adeta tartışmayı oradan ithal edip müslüman mahallesinde salyangoz satıyor. “% 99 u müslüman olan bu ülkede” her dört kadından biri kürtaj yaptırmış 2003 verilerine göre. Her yüz gebelikten on ikisi de kürtajla sonuçlanmış. Aynı araştırma içinde kadınların kürtajı son çare olarak gördükleri de belirtilmiş.Dünyanın her yerinde bin yıllardır var olan kürtajı yasaklamanın bedelini kadınlar ödemiş hep. Yasaklama kararını veren erkeklerin herhangi bir uzuvlarını riske attıkları yok. Yasakladınız diye kürtajın ortadan kalktığı da yok. Yer altına iniyor yalnız ve sağlıksız koşullarda yapılan kürtaj nedeniyle her yıl 68 bin kadın ölüyor.Diğer yandan hükümetimiz uluslararası ve yerli tekellerin kontrolü altındaki gıda sektörü ile yakın ilişki içinde. Yasasını çıkardı, GDO lu yemleri memlekete sokuyor. Yurdum insanı arzusu hilafına büyüme hormonu basılmış etlerle sütlerle, pestisit ve herbisit bulanbmış sebze meyvelerle besleniyor. Netice? Bu sebeblerle haberleri olmaksızın doğruma hakları ellerinden alınan kadınlar tüp bebek merkezlerinde doğuracağım diye telef oluyor. Velhasıl doğrumak istemeyene ille de doğur, doğrumak isteyene fiilen dur yapma diyorsunuz! Size diyecek ikiçift lafımız var: biir! Eceli gelen hükümet katliama girişir, emekçiye terslenir, Hava-İş’e posta koyar, kadına kürtajı yasaklamaya cüret edermiş. İkii! “oğlum bak git!”…
Memleket gündemi tutuklamalarla çalkalanırken, seyircilerde bu öndeki aksiyona odaklanmışken sahnenin dibinde bir yerlerde başka bir aksiyon gelişiyor. Öncelikle Türk-İş Aralık ayının başında 21. Genel Kurulunu yaptı. Burada Mustafa Kumlu tekrar Türk-İş Genel Başkanlığına seçildi. Ancak onun tekrar genel başkanlığa seçilmesinden daha önemli bir gelişme vardı bu genel kurulda. O da Sendikal Güç Birliği Platformunun ortaya çıkışı idi. Sendikal güç birliği platformu Basın-İş, Belediye-İş, Deri-İş, Hava-İş, Kristal-İş, Petrol-İş, Tek Gıda-İş, Tez Koop-İş, TÜMTİS, TGS olmak üzere on sendikadan oluşuyor. Bu platform Petrol iş Genel başkanı Mustafa Öztaşkın’ı Mustafa Kumlu’nun karşısına bir aday olarak çıkarttı, başkanlık yarışını çok açık ki delege yapısı nedeniyle kaybetti. Ancak bu genel kurulda alınan kararları etkilemeyi başardı. Türk-İş’in sol kanadı olarak sendikal güç birliği platformu yalnız bir genel kurul için bir araya gelmiş geçici bir ittifak olmadığını da çoktan ifade etti. Bu platformunun varlığı Mustafa Kumlu’ya “Kıdem tazminatı kaldırılırsa veya fona dönüşürse genel greve gideriz” dedirtti. Bu durum bile yani sendikal güç birliğinin varlığı nedeniyle mevcut yönetimin tavır alma zorunluluğu işvereni yerinden zıplatmış duyduğumuz kadarıyla. Ölüsü bile etkili olan bir organizasyonun yönetiminin son yıllarda revaçta olan muhalefete iktidarın bütün olanakları ile muhalefet etme, sindirme, hükümeti muhalefetmişçesine sahiplenme, ona yalakalanma, ondan ricacı olarak zafer kazanmış edalarına girme “evet efendim, sepet efendim, kıdem tazminatı fonu detaylarından anlaştık efendim” türü vadesi çoktan dolmuş bir sendikal anlayış ile sürdürülüp sürdürülemeyeceğini hep birlikte yaşayıp göreceğiz.Sahnenin dibinde gelişen diğer bir aksiyon ise hükümetin senelerdir sendikaların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallayıp durduğu “sayarım ha!” şantajının geldiği noktadır. Bilindiği gibi memleketimizde herhangi bir sektörde sendika olarak toplu pazarlık yapabilmek için, memleket çapında o sektördeki işçilerin %10’nunu örgütlemiş olmak gerekiyor. Fakat sorun şu ki gerçek sayılar ortaya döküldüğünde çoğu sendika şöyle diyelim bağımsızlar da dahil Türkiye’deki yüz sendikadan seksen sekizinin baraj altında kalacağı ifade ediliyor. Bazı sektörlerde toplu pazarlık yetkisine sahip hiçbir sendika kalmayacak. Bu yüzden sendikalar SGK’nin verilerine göre üye sayılarına göre üye sayıları açıklanmadan evvel barajın %5 e çekildiği mevcut statükoyu koruyan yeni bir sendika yasasının yapılmasının peşindeydiler. Geçtiğimiz günlerde “Yeni Sendikalar Kanunu Tasarısı”, kabinede Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan “2012 zorlu geçecek. İşçilik maliyetleri yükselir” gerekçeleriyle yasaya karşı çıktılar. Adamların 2012 zorlu geçecek bu işçiler ne yapacak diye düşünecek hali yok tabii(!) Böylelikle yasa tasarısı bakanlar kurulundan meclise sevk edilemedi. Zurnanın zırt dediği yer şurası ki 2009’dan beri açıklanamayan(!) işkolu istatistikleri 17 Ocak itibari ile her nedense açıklanmak zorunda. Bu durumda soru şu; bugüne kadar kendi gerçekleri, örgütlenememe sorunları ile yüzleşmek yerine öyle ya da böyle mevcut durumu koruma refleksi gösteren sendikalar nasıl bir tavır alacaklar? Mevcut kayıtlı istihdamın hak kayıplarına, kayıt dışılaşmasına, çıraklık kanunu gibi yeni düzenlemelerle asgari ücret altında çalışmanın yasal hale gelmesine, stajyerlik adı altında çocuk işçiliğine, güvencesizleşen, taşeronlaşan, sözleşmeli çalışan, yeni işçileşen kesimlere, parça başı, part time, evden çalışanlara ve bunların çoğunluğunu oluşturan kadınlara yönelik politikalar üretebilecekler mi? Sendika içi demokrasi işletip katılım kanallarını açık tutarak, örneğin kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın kadim kadın düşmanlığının sendikanın dışında bir yerlerde değil de içerisinde de gerçekleşen bir olgu olduğu ile yüzleşebilecekler mi? Bunlarla yüzleşip zor olanı örgütlenme yolunu mu seçecekler, yoksa hükümetten yeni bir uzatma, yahut bir ara formül için ricacı mı olacaklar? Önümüzdeki birkaç gün içinde bunun göreceğiz ve hepimiz için öğretici olacak şüphesiz.NOT: AKP talan niyetinin önünde engel gördüğü her kişi ya da kurumu yok etme haddini ve gücünü kendinde görüyor. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu eliyle başlatılan süreç, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla üst boyuta taşındı. Kamu yönetimini, ülke imarını, yapı, kent, eğitim, sağlık, tarım, enerji, su, çevre ve koruma alanlarını, din, aile, kadın, çocuk gibi sosyal politika alanlarını ve TMMOB ile TTB mevzuatını değiştirmeye yönelik Kanun Hükmünde Kararnamelerle önemli değişiklikler yapıyor. TMMOB de AKP iktidarının yıpratma ve ortadan kaldırma saldırısı altında. Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinde Demokrat Makina Mühendisleri oda üyelerini 21-22 Ocak 2012 tarihinde YTÜ Oditoryumunda yapılacak olan Genel Kurulu ve Seçimlerde odanın demokrat geleneğine sahip çıkarak kamu yararının karşısına kendi çıkarlarını koyan siyasi iktidar yandaşları karşısında birlik olmaya çağırıyorlar. Her türlü haksızlığa, özelleştirmelere, baskılara, talana, yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı yüz binleri harekete geçirmek konusunda geri durmayan odanın önemine istinaden takvimlere not düşüle.
Bu memleket siyasetçilerinin, bir şekilde bir koltuğa kavuşmuş, iktidarın tadını almış olanlarının psikolojisini ayrı bir inceleme konusu yapmayı bu işin erbabı psikolog arkadaşlara havale ediyorum. Fakat bugün itibarıyla aydınlatılmasını istediğim bir husus var. Hani bazı çocuklar geç bir yaşta, ne bileyim üç yaşında falan, ortaya çıkardıkları haltın üzerine oturup, kokusu yedi düveli tutmuşken,” Bişey yok! Bişey yok! Ben hiç birşey yapmadım “ diye tuttururlar. “Evladım, kalk oradan da temizleyelim, pişik olacaksın” yollu sağduyulu anne önerileri bir işe yaramaz. Hatta çocuğu daha da saldırganlaştırır. O anda ana babalara özgü anlayış ve şefkat devreye girer. Neticede çocuktur. Bu hali bile sevimlidir. Benim sorum şu yönde psikolog arkadaşlara; acaba bu evrede bir kitlenip kalma mevzubahis olabilir mi bir travma neticesinde? Yani seneler seneler sonra, bu çocuklar artık bıyıklı birer yetişkinken, özellikle de iktidar ve koltuk sahibi olmuşlarsa, bu tür davranışları tekrarlamalarının esbab-ı mucibesi nedir?Neden bahsediyor, niye sapıtmış bu yine diye boşuna aranmayın. Ben doğrudan söyleyeyim. Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun başına gelenleri anlamaya çalışıyorum. Onur Hoca, üç diğer araştırmacı ile birlikte “The causes of deaths in an industry-dense area: example of Dilovası (Kocaeli)” başlıklı bir araştırma yapmış. Mealen; Endüstri yoğun bölgede yaşayanlarda ölüm nedenleri: Dilovası örneği (Kocaeli). Araştırmayı Tübitak da desteklemiş. Araştırma sonuçları vahim tabii. (“Vahim olmaması konusunda bir umudu olan var mıydı?” “Ankara’ya giderken arabanın penceresi açık bu bölgeden geçen var mı?” gibi soruları bir kenara bırakıp devam edelim). Onur Hoca araştırma sonuçlarını “Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı”( tekrarlıyorum HALK sağlığı, Girişimcileri Ruh Sağlığını Koruma Anabilim Dalı değil!) konumuna uygun şekilde hem kamuoyuyla, hem de etkili ve yetkili kimselerle paylaşmış. Demiş ki: “Kan ve dışkıları bırakın, doğum yapıp çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadmiyum tespit ettik, tehlike büyük”. Bu arada bilgileri paylaştığı bu etkili ve yetkili kişilere TBMM’ndekiler dahil. Hatta bir “meclis araştırma komisyonu” bile kurulmuş.” Ee noolmuş?” diyeceksiniz. Çok şaşıracaksınız(!). Hiç! Hiç birşey olmamış. Yani “siz ölün kardeşim, ister iş kazasından ölün, ister işsizlikten, yoksulluktan, açlıktan, iş güvencesizliğinin yolaçtıklarından ölün, ister kanserden ölün” demişler etkili ve yetkililer. Ölmekte hürsünüz. Mesela prostat ve mide kanserinden ölebilirsiniz ihtimal. Dilovasında havada ve tozda memleket limitinin 30 kat ve AB limitinin tam tamına 240 katı üstünde rastlanan Kadmiyum yüzünden. Öyle demeseler, ölün demeseler gereğini yaparlardı.Pardon haksızlık ettim gereğini yapmışlar tabii. Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu -ki kendisi Ak Parti’nin kuruluşunda Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte aktif olarak görev almışmış-ve Dilovası Belediye Başkanı Cemil Yaman elbirliği ile “haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla yargılanması için savcılığa şikayette bulunmuşlar. Söylemeye ne hacet her ikisi de AKP’li. Amman bu gayretkeşlikte bunlarla yarışan diğerini unutmayalım. Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı. Bu daire ne güzel “mankafalar, sigara içip kanser oluyorsunuz, biz naapalım?” a bağlamıştı. Ah Onur Hocam! Nerden çıktı şimdi bu rapor? Kimyasallar, devletin denetleme sorumluluğu falan. İşte bu başkanlık YÖK’e yazmış. YÖK Kocaeli Üniversitesi’ne yazmış. Üniversite de Hoca hakkında disiplin soruşturması açmış. Yani gayet disiplinli bir şekilde çalışıp bilimsel bilgi üretmenin ve bunu muhatabıyla paylaşmanın bedelini ödemesi gerekiyor Onur Hoca’nın. Rektörlüğü izin verirse TCK’nin 213. maddesi uyarınca 2 ila 4 yıl arasında hapis istemiyle yargılayacaklar. Şimdi Kocaeli üniversitesinden insanlığın ölmediğine, iktidar koltukları arasına sıkışmadığına dair bir ses bekliyoruz. Bekliyoruz. O vakte kadar www. onurumuzusavunuyoruz. org’a a gidip, Onur’umuza sahip çıkabiliriz. Olmadı, biz de Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’na, Dilovası Belediye Başkanı Cemil Yaman’a, Kanserle Savaş Dairesi Başkan’ı Prof. Dr. A. Murat Tuncer’e raporun gereğini ve görevlerini yapıp yapmadıklarını sorarız Türkiye ve dünya kamuoyu önünde. “Körsün zaten sana iş verdik” gibi, “solcusun zaten yaşamana izin verdik” gibi yanıtları alacağımızı bile bile.
SORU: Sendikalı olarak (TES-İŞ) İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı İGDAŞ’ta çalışmaktayız. İşlerin yoğunluğu bahanesiyle senelik izinler kullandırılmadığı için oldukça birikmiş izin günümüz mevcuttur. Emekli olanlara emeklilik işlemlerinde birikmiş izinlerin karşılığı nakdi olarak ödenmektedir. Bundan hareketle; İşçilerin birikmiş izinlerinin ederinin nakit olarak ödenmesi talebine, iş yeri hukukçuları tarafından uygun olamayacağı, kanuni olarak mümkün olmadığı şeklinde gerekçelerle olumsuzluk bildirilmiştir. Sorum şu; Zamanında kullanılmayan hak edilmiş izinlerin söz konusu biçimde maddi olarak ödenmesi mümkün müdür? Sendika bu konuda yapacağı ek bir protokol veya sözleşme maddesi ile bu sorunu çözebilir mi?Sorum hemen bütün İGDAŞ çalışanlarını ilgilendirmektedir. Konuya dair bilgileriniz veya bildiğiniz emsal teşkil edebilecek uygulamalar var ise paylaşıp konuya ilgili bilgi verirseniz işimize yarayacaktır. Kolaylıklar diler, teşekkür ederim.Bir Okuyucu/İstanbulYıllık ücretli izin hakkı 4857 sayılı İş Kanunu ve Yıllık Ücretli İzin Yönetmeliği ile düzenlenmiştir ve hemen belirtelim ki yıllık ücretli izinin kullanılması işverenin bir lütfü değildir: İş Kanuna göre yıllık iznin işçi tarafından kullanılması esastır ve yıllık ücretli izin hakkından vazgeçilemez. “İşyerinde işe başladığı günden itibaren, deneme süresi de içinde olmak üzere, en az bir yıl çalışmış olan işçilere yıllık ücretli izin verilir.”(madde 53) İşçilere verilecek yıllık ücretli izin süresi, hizmet süresi; a) Bir yıldan beş yıla kadar (beş yıl dahil) olanlara on dört günden, b) Beş yıldan fazla on beş yıldan az olanlara yirmi günden, c) On beş yıl (dahil) ve daha fazla olanlara yirmi altı günden az olamaz. Ancak on sekiz ve daha küçük yaştaki işçilerle elli ve daha yukarı yaştaki işçilere verilecek yıllık ücretli izin süresi yirmi günden az olamaz. Yıllık izin süreleri iş sözleşmeleri ve toplu iş sözleşmeleri ile artırılabilir.Yıllık izinlerin bölünmeden kullanılması esastır!Yani tüm yıl boyunca çalışmış bulunan işçi herhangi bir kesinti olmaksızın yıllık izni süresince dinlenme hakkına sahiptir. Bu kural iş kanununca açıkça hükme bağlanmıştır. “Yıllık ücretli izin işveren tarafından bölünemez.” Yukarıda saydığımız yıllık izin sürelerinin işveren tarafından sürekli olarak verilmesi zorunludur. Bunun istisnası, tarafların anlaşmasıdır. Öngörülen izin süreleri, tarafların anlaşması ile bir bölümü on günden aşağı olmamak üzere en çok üçe bölünebilir. İşveren tarafından yıl içinde verilmiş bulunan diğer ücretli ve ücretsiz izinler veya dinlenme ve hastalık izinleri yıllık izne mahsup edilemez. Yıllık ücretli izin günlerinin hesabında izin süresine rastlayan ulusal bayram, hafta tatili ve genel tatil günleri izin süresinden sayılmaz. Yıllık ücretli izinleri işyerinin kurulu bulunduğu yerden başka bir yerde geçirecek olanlara istemde bulunmaları ve bu hususu belgelemeleri koşulu ile gidiş ve dönüşlerinde yolda geçecek süreleri karşılamak üzere işveren toplam dört güne kadar ücretsiz izin vermek zorundadır. İşveren, işyerinde çalışan işçilerin yıllık ücretli izinlerini gösterir izin kayıt belgesi tutmak zorundadır.Yıllık izin Ücreti Peşin!İşveren, yıllık ücretli iznini kullanan her işçiye, yıllık izin dönemine ilişkin ücretini ilgili işçinin izine başlamasından önce peşin olarak ödemek veya avans olarak vermek zorundadır. Yıllık ücretli izin süresine rastlayan hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücretleri ayrıca ödenir. İş sözleşmesinin, herhangi bir nedenle sona ermesi halinde işçinin hak kazanıp da kullanmadığı yıllık izin sürelerine ait ücreti, sözleşmenin sona erdiği tarihteki ücreti üzerinden kendisine veya hak sahiplerine ödenir. Bu ücrete ilişkin zamanaşımı iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren başlar. İşveren tarafından iş sözleşmesinin feshedilmesi halinde bildirim süresi, işçiye verilmesi zorunlu yeni iş arama izinleri yıllık ücretli izin süreleri ile iç içe giremez. Çalışan sayısının 100’den fazla olduğu işyerlerinde işveren veya işveren vekilini temsilen bir, işçileri temsilen iki kişi olmak üzere toplam üç kişiden oluşan izin kurulu kurulur. Kurula işveren temsilcisi başkanlık eder. Kurulun başkanı dışında kalan işçi üyeleri ve yedekleri işyerinde sizin durumunuzda işyeri sendika temsilcileri tarafından seçilir. Bu kurul izinlerin düzenlenmesi ve kullandırılmasından sorumludur. Ayrıca işveren, işyerinde çalışan işçilerin yıllık ücretli izinlerini gösterir izin kayıt belgesi tutmak zorundadır.Sizin de genel olarak fark edeceğiniz gibi tüm düzenlemelerde yıllık iznin kullanılması esastır. Dolayısıyla iznin kullanılmasının engellenmesi yasaya aykırıdır. Bu durumda sorulması gereken diğer bir soru işveren yıllık ücretli izin kayıtlarını nasıl tutmaktadır sorusudur. Yıllık izinleri kullanmadığınız halde kullandığınıza dair imza atmaya zorlanıyor musunuz?Bu ayıp ortadan kaldırılmalı!Diğer yandan yıllık izinlerin ücret olarak ödenmesi bu genel hükümlere göre ancak işçinin emekliliği ya da işten ayrılması ile mümkün görünmektedir. Muhtemelen işyerinizdeki hukukçular bu hükümden bahsetmektedirler. Ancak işyerinizde TES-İŞ Sendikası örgütlü. İş kanununun bu konuyu düzenleyen maddelerinde de “Yıllık izin süreleri iş sözleşmeleri ve toplu iş sözleşmeleri ile artırılabilir” hükmü yer almaktadır. Sendikalar toplu sözleşmelerle öncelikle üyelerinin yasal haklarının kullandırılması, ardından bu hakların yasalarda tanımlanan düzeyin üzerine çıkarılmasından sorumludurlar, temel işlevleri de budur. Dolayısıyla sendikanız öncelikle sizin yıllık izinlerinizi kullanmanızı sağlamak için hareket geçmelidir. Bu konuda sendikanız avukatları ile temasa geçmenizde fayda var. Daha önceden kazanılmış olan yıllık izin haklarının ücret olarak TES-İŞ ile İGDAŞ arasında yapılacak bir anlaşma ile bir kereliğine işçilere ödenmesinin önünde bir engel yoktur. Yine sendikanın TİS’e koyacağı ek bir madde ya da bir ek protokolle daha sonraki döneme dair yapılacak bir düzenleme yıllık iznin ya o yıl itibariyle işçiye kullandırılması ya da ücretinin o yıl içerisinde işçiye ödenmesini içermelidir. Zira yıllık izinler ya da ücretleri o yıl içerisine ait olarak görülmektedir. Tüm bunlardan daha da vahim olanı memleketimizin sendikal hareketine dair bu durumun yarattığı izlenimdir. Türk-İş Genel Başkanlığını yürütmekte olan Mustafa Kumlu’nun aynı anda genel başkanlığında bulunduğu TES-İŞ Sendikasının örgütlü olduğu İGDAŞ’da işçilerin en temel haklarından kabul edilen yıllık ücretli izin haklarının kullanılamaması en hafif tabirle ayıptır. Bu ayıbın ortadan kaldırılmasını bekliyoruz.
