Seçime bir gün kala bile sokaklarda bizim alıştığımız anlamda bir seçim tantanası yok. Ne binlerce bayrak ne insanı yıldıran, bezdiren anonslar. Kaderini belirlemeye bir gün kala, politik yarılmalar içindeki bir toplum, neredeyse sükûnet içerisinde oy vermeye hazırlanıyor. Atina’nın merkezine doğru ilerledikçe daha fazla SYRIZA afişine, pankartına ve seçim bürosuna rastlıyoruz. Nea Demokratia, PASOK ve KKE’nin (Yunan Komünist Partisi) afişleri, pankartları seçim büroları deyim yerindeyse seyrek. Sokağı SYRIZA tutmuş diyoruz. Zaman zaman Altın Şafak’ın afişleri de görülebiliyor gerçi. Ertesi gün oy verme sırasında Çipras’a gösterilen yoğun ilgi aynı ilginin diğer sandığa giden liderlere gösterilmemesi adeta seçim sonuçları için bir barometre vazifesi görüyor. İlk seçim sonuçları geldiğinde SYRIZA’nın Klathmonos Meydanı’ndaki seçim merkezindeyiz. Çadırı dolduran binlerce insan, Avrupa’nın başka yerlerinden gelmiş ve umutlarını “SYRIZA’dan sonra biz!”e bağlamış sol partilerden yoldaşlar da içlerinde hep bir ağızdan haykırıyor: “Bandiera rossa!” “Kızıl bayrağımız sınırlar aşıyor.” Ağlayanlar gülenler, durmadan birbirine sarılan insanlar. Yine de sükûnet içinde üniversite meydanına akıyorlar. Ne bir itişme ne bir bağrışma. Çipras kürsüden anlatıyor.Hükümet içi dengelerErtesi gün kesin sonuçlar neredeyse ortaya çıkıyor: Tek başına iktidar için gerekli olan 151 yerine SYRIZA 149 milletvekili kazanmış. Çipras neredeyse saatler içerisinde kendisini siyaseten sağda konumlandıran ancak kemer sıkma politikalarına karşı örneğin Potami’den de PASOK’tan da daha tutarlı ve karşıt bir tutum sergileyen ANEL ile koalisyonu kuruveriyor. Hükümette ise dağılım şöyle: Başbakan, başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü SYRIZA’dan. 10 bakanın yedisi SYRIZA’dan. Bir bakanlık -Savunma Bakanlığı- ANEL’in başkanı olan Kammenos tarafından yürütülecek, iki bakan ise meclis dışından geliyor. Bakanların altında çalışan “alternate” bakanlar ise toplam yirmi adet. Bunlardan 14’ünü SYRIZA, 4’ünü meclis dışından atananlar, birini ANEL, birini de seçimde SYRIZA lehine çekilen yeşiller vermiş durumda. Bunun dışında “deputy” bakanlıklar 6 adet ve ANEL ile SYRIZA arasında eşit olarak paylaşılmış. Üç devlet bakanlığı ise SYRIZA 2 ve ANEL 1 olarak paylaşılmış.ANEL’in tavrı ılımlıBu aceleci tutum ve ANEL ile koalisyon başlangıçta solcular arasında bir hayal kırıklığı yaratıyor. Özellikle ANEL’in bugüne kadar göçmen hakları, dış politika, Makedonya sorunu gibi konularda neredeyse faşist tutumlar alması solcularda derin bir endişeye sebep oluyor. Diğer yandan Çipras’ın parti mekanizmalarını çalıştırmadan kendi başına bu kararı alması eleştiriliyor. Ama bir yandan en büyük sorunun AB ile yapılacak borç pazarlıkları olduğu göz önüne alınıp diğer partilerin bu en önemli konuda sağlam durmayacaklarının açık olduğu tartışılıyor. Yine de AB ile masada hükümetin elinin serbest olmaması, ortağının iktisadi meselelerde neoliberal bir tutum belirlemesi en kötü sonuçları doğurabilir kanaati hâkim.Peki bundan sonra ne olacak? Bu herhalde burada, Atina’da, en çok sorulan soru. Ancak ilk günün şokunu atlatan solcuların yüzleri tekrar gülmeye başladı. Zira İçişleri Bakanlığı’na gelen Nikos Voutis gibi solculuğuna güvendikleri isimlerin açıklamaları yüreklerine su serpmiş durumda. Zira SYRIZA’lı hükümet üyeleri en temel politikalarında herhangi bir değişiklik olmadığını, hemen bu andan başlayarak bugüne kadar söyledikleri ne varsa yapmaya başlayacaklarını açıkça ifade etmeye başladılar. Üstelik hükümetin sağ kanadı ANEL, bizim belki de sağdan yana hiç alışık olmadığımız bir açıklama yaptı. Dediler ki “Sol bu ülkenin şansıdır. Eğer SYRIZA başarısız olursa sol bu ülkede bir daha asla kendini toparlayamaz. Halbuki bu ülkenin sola ihtiyacı var. Bu yüzden SYRIZA’ya destek olacağız. Anlaşamadığımız konulardan başlamamıza gerek yok. Makedonya sorunu yıllardır var ve biraz daha bekleyebilir. Önce acil olan ve üzerinde uzlaştığımız konuları çözelim.”Gerek SYRIZA’nın içerisinde olan, gerek dışında olan ama ona destek vermiş olan solcuların ise tartışma konusu toplumsal muhalefetin, sosyal hareketlerin şimdi nasıl ilerleyeceği. “Kimi zaman siyaseten, kimi zaman toplumsal örgütlülük olarak hükümet olmak iktidar olmak anlamına gelmeyebiliyor”, Podemos lideri Pablo Iglesias’ın uyardığı gibi. Bu yüzden sol, SYRIZA’nın parti olarak, partinin kadroları olarak, devlet ve hükümetle tamamen bütünleşmemesini, kendini ayrı tutmasını, partinin kendi mekanizmalarının çalışır durumda olmasını savunuyor. SYRIZA’nın bir iktidar partisi gibi davranmaması ihtimalini mekanizmaları ve kadroları ile sosyal hareketlerle, toplumla bağlarını sürdürüp geliştirmesini ve sol hükümete soldan baskının sürdürülmesinin ihtimallerini araştırıyorlar. ERT’nin tekrar açılması, eski havaalanı arazisinin özel şirketlere mi satılacağı, park mı yapılacağı üzerindeki tartışma, asgari ücretin yükseltilmesi, özel cezaevlerinin kapatılması, göçmenlerin kayıt altına alınması gibi konular bu muhalefet ve soldan baskının odak noktaları olarak öne çıkıyor.Mücadeleye devam!SYRIZA, Sinan Birdal’ın Evrensel’deki yazısında isabetle analiz ettiği gibi iktisadi genişlemeyi savunan ABD, İngiltere ekseni ile kemer sıkmayı savunan Almanya ekseni arasında emekçi sınıfların en azından nefes almasını sağlayacak bir yol açmaya çalışacak, böyle umuyoruz. Bugün SYRIZA’nın radikal görünmesi ve “radikal” görünen tüm taleplerimiz, aslında toplum olma, haysiyetimizle yaşama, hatta hayatta kalma mücadelemiz olmaktan öteye gitmiyor. Velhasıl Yunanistan’daki solcuların tartışmalarından anladığımız SYRIZA’nın hükümete gelmesi bir son değil, Gezi Parkı’ndaki gençlerin dediği gibi hâlâ “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”
Avrupa
Daha öncekinden aydınlık olmayan yeni bir döneme giriyoruz. Dünyanın her yerinde neredeyse her taş yerinden oynuyor. Dünyanın her yerinde savunma halindeyiz. Bugüne kadar elimizde müşterek olan ne varsa ona hayasızca saldırılıyor. Saldırının hafiflemesine dair bir emare görülmediği gibi, daha da şiddetleneceğine dair emareler kol geziyor. Birbirinden farklı iç dinamiklerini görebiliriz, ama ortak olan nokta şu ki; kendimizi savunmak için isyan etmekten başka çaremiz kalmamış. Sol bu isyanlara hazırlıksız yakalanmış durumda. Bir yanda sosyal hareketler, kendiliğinden sokağa çıkan binler, milyonlar var. Diğer yanda sendikalar, partiler, siyasi örgütler. Bir önceki dönemin şartlarında kurulmuş ve kurumsallaşmış, kurumsallaşırken de -karamsar ifadeyle söylersek- asli işlevini yitirerek sistemin kullanışlı birer aygıtına dönüşmüş yapılar. Sistem içinde oluşmuş bulunan çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı. Buna isyanların asli kitlesinin mevcut siyasetle temsil edilmediğine olan derin inancını ve mevcut siyasi kurumlara olan tiksintisini de eklersek aradaki uçurumun derinliği daha iyi anlaşılabilir. Diğer deyişle ve kısaca, tüm bu isyanları nihai hedeflerine kavuşturacak sol bir siyasetin ve onun örgütlerinin inşası epey geriden geliyor. Aradaki bu mesafeyi aşmak için dünyanın her yerinde -bizde de olduğu gibi- arayışlar mevcut. Genellikle bu arayışlar bir yandan mevcut siyasi yapıların korunması, diğer yandan sosyal ve kendiliğinden hareketlerle bağlar inşa edilmesiyle vücut buluyor. Bunun Avrupa’daki örnekleri ise Die Linke, Syriza, Podemos, sol birlikler ve cepheler.Bu arayışların akıbeti hakkında fikir verici olansa, herkesin adeta nefesini tutarak beklediği 25 Ocak’ta yapılacak Yunanistan seçimleri. Sadece sol ve Syriza’nın ittifakı olan partiler değil, tüm siyasi aktörler bu seçimin sonuçlarıyla ilgili. İspanya için ise neredeyse kendi kaderlerini önceden gördükleri bir önseçim. İspanya Başbakanı Mariano Joy geçen hafta tepe üstü yuvarlanmak üzere olan Samaras’a desteğini açıklamak için Atina’daydı misal. Zira Samaras giderse sırada kendisi var. Aynı şekilde 2014 Martı’ndaki seçimlerde önemli başarı sağlayan Podemos’un sözcüsü Pablo Iglesias, 22 Ocak’ta Syriza’nın son mitinginde Alexis Tsipras ile birlikte sahne alacak. Syriza ise muhtemel iktidarını hazırlıklı karşılamaya çalışıyor. Avrupa Sol Partisi toplantısında ayrıntılı ekonomik programını sunarak, iktidar olmak için neoliberal politikaları savunan partilerle işbirliği yapmayacağını ifade ettiler. Gelecek ne gösterir bilinmez. Financial Times gibi gazetelerde ise muhtemel Syriza iktidarı senaryoları tartışılmaya devam ediyor. Kimi yazarlar, Syriza ve benzeri sol partileri olduğu gibi, aşırı sağ partileri de ‘popülist’ olarak niteleyerek ‘iki uç-radikal’ teorisini ileri sürüp birkaç ihtimal üstünde duruyorlar. Bunlardan biri Hollanda örneğinde olduğu gibi partilerin önde gelen figürlerinin geçmişleri ya da herhangi bir kusurları ile kamuoyu önünde itibarının yok edilerek partinin de ‘püf’ diye siyaset sahnesinden çekilmesi. Yahut bu partiler tarafından örneğin borçların ödenmesi kadar ödenmemesinin yaratacağı krizlerin karşılanamaması. Bu durumda örneğin Syriza yükselttiği umutları da yok ederek ve beceriksizlik damgası yemiş olarak sönümlenebilir diye tahminde bulunuyorlar. Diğer senaryoları, anaakım partilerin kendilerini toparlayarak, yüz yıl önce yaptıkları gibi sosyal refah devleti politikalarına geri dönerek radikal-popülistleri sandıkta yenmeleri. Başka bir senaryo ise popülist partilerin teoride önerdiklerinin teoride ve kâğıt üstünde kalması ve pratikte radikal politikalarını hayata geçirmek yerine neoliberal-anaakım politikaları benimseyerek sönümlenmeleri. Buna Yunanistan örneğinde Syriza’nın PASOK’laşması ihtimali diyebiliriz. En korkulan senaryo ise yavaş yavaş canlanmaya başlayan Yunanistan ekonomisinin Syriza iktidarı ile daha da iyiye gitmesi. İşte bu egemenler açısında tam bir panik anlamına gelebilir.Egemenlerin Syriza ile ilgili kâbus ve hülyaları bunlar. Bizim için ise parlamenter yolla iktidara gelmekle toplumsal olarak iktidar olabilmek arasındaki mesafenin kapanıp kapanmayacağına dair, çağımızın sınırlarına dair, zafer ya da yenilgimize dair bir ders olacağı açık. Kendi durumumuzu başka bir yazıya bırakarak kısaca şimdilik hepsinin bedeli hepimizin üzerine olacak demekle yetinelim.
Charlie Hebdo’nun binasına girdiler ellerinde silahlarla. Yazarları, çizerleri, çalışanları soğukkanlılıkla katlettiler. Sağ kalanlar çatıya kadar kaçıp saklandılar, öyle kurtuldular ellerinden. Şu ana kadar on iki kişinin öldüğünü öğrendik.Dergi ne yapıyor? Mizah dergisi. Yazı, çizi, mizah. Beğenmiyorsan daha iyisini, daha popüler olanını yap: Yaz, çiz, boya, alay et. Buna bununla karşılık verilir. Bu saldırıyı haklı çıkarmak için illa emperyalizm falan diyeceksen, git onun daha büyük kurumları var, oraya saldır. Ne savaş bakanlıkları, ne NATO, ne silahlı bir üs. Altı ucu bir dergi. Buraya saldırmak siyasi ve düşünsel zavallılığın dibidir.Bundan başka, daha saldırı yapılalı saatler geçmeden ‘Müslümanlık’ adına açıklama yapıp ‘İslamafobi’den, bu olaydan sonra Avrupa’daki Müslümanların başına geleceklerden endişe ile bahsedenler var. Allah belanızı versin! İzin verin önce insanlar bu acıyı sindirsin. Daha yerdeki kan soğumadan ‘Müslümanlığın’, kendi çıkarınızın peşine düşüyorsunuz. Avrupa’da sizin karşılığınız olanlar, muhafazakârlar, ırkçılar, faşistler, radikal dinciler, en aşağılık göçmen karşıtı politikaları savundular. Burada yakmaya kalktığınız dinsizler, solcular, ateistler bu ayrımcı politikaların karşısında oldu. Şimdi konuşabilecek olanlar yalnız onlar.“Müslümanlık bu değil” diyenler. Müslümanlık, siz nasıl Müslümanlık ediyorsanız o. Sizinle meleklerin kanatlarını tartışacak değiliz. Maalesef on iki insanın ölümüne gerçekten üzülemeyen, bu durumda bile kendini mağdur gören Müslümanlık da, silahla dergiye giren Müslümanlık da bu dünya için. Bunun patronun karşısında boynu bükük Ahmet abimin tevekkülüyle hiçbir alakası yok. Ama neyle alakası var? Ortadoğu’da insanların kafalarını kesenlerle, Ezidileri topraklarından edenlerle, Paris’te yazar-çizerleri katledenlerin, kadınların bedenine müdahale edenlerin, iktidarın çamuruyla sıvanmışların bir alakası var. Aynı baskının farklı yüzleri.Bir de buradaki mizah dergilerine ibret alın falan diyen reziller var. Mizah dergilerini tehdit etmenin getirdiği sonuçlardan ibret alması gereken kendileri değil mi acaba? Bu ettikleri laflarla bundan sonraki her saldırının sorumluluğunu mu alıyorlar? Ama niye almasınlar ki değil mi? Bu memlekette yazarları, çizerleri, sanatçıları yakanlar ne ceza aldı ki ödülden başka? Neden çekinsinler!Bu gözü dönmüş şiddet yalnız Charlie Hebdo’ya, onun yazarları ve çalışanlarına yönelmiş değil. Bu saldırı hepimizin aynı tehdit altında olduğumuzun bir kanıtı. Katliama neden olan ortamı yaratanlar, bahsettiğimiz rezillerin Fransa’daki karşılıkları, bu saldırıyı yine kullanmak peşindeler. Avrupa’da yükselmekte olan yabancı karşıtı faşist hareketler ve resmi faşizan uygulamalar özellikle göçmenleri hedef alıyor. Düşman faşizan hareketler birbirlerini besleyerek bu ortamda büyütüyor. Nitekim yabancı düşmanı, ırkçı, göçmen düşmanı politikacılar milliyetçi yasa ve düzenlemeleri uygulamaya koymak için bu olaydan faydalanmaya kalkma niyetindeler. Unutulmamalıdır ki; bu saldırıları mümkün kılan atmosferi bu politik tercihler yaratmaktadır. İki taraf da; bu atmosferi yaratanlar da, saldırıyı gerçekleştirenler de demokrasinin; fikir, ifade, basın özgürlüğü başta olmak üzere her türlü özgürlüğün ve dayanışmanın düşmanıdırlar. Dünyanın ezilenlerinin, halklarının, emekçilerinin düşmanıdırlar. Dünyanın her yerinde karşılarında olacağız.
Yüklü bulutlar gibi zeytin ağaçları, hevesli genç fidanlar, üç yüz senelik kadim ve bilge yaşlılar. Hiç acımadan söküyorlar onları. Köklerimizi söküyorlar. Bin yıllık hayatımızın köklerini. Gri ve yoksun hayatlarını dayatmak, kanımızın son damlasını çıkarmak için, ümüğümüzü bir kez daha sıkmak, şarap yapılan üzümler gibi, posamızı çıkarmak, bizi bir gazabın cehennemine zorlamak için. Zeytinleri söküp yerine termik santral dikeceklermiş bir utanç anıtı gibi.Topraktan ürettiklerimiz para etmez oldu. Unuttukça zanaatimizi, gübreye, ilaca, mazota, onların sattıkları tohuma mahkûm edildikçe biz kendi topraklarımız üzerinde ne yapacağımızı onlar söyler oldu. Zeytin olmayınca, pamuk olmayınca, tütün olmayınca, toprak olmayınca hayatımızda bizi madenlere sürüyorlar, güvencesiz, boynu bükük, ucuzlatarak hayatlarımızı tıkıyorlar fabrikalara.Zorlaya zorlaya onları sınırladığımız kendi kanunlarını çiğniyorlar şimdi. Anayasa’nın 45. maddesini, 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerin Aşılattırılması Hakkında Kanun’un 17. ve 20. maddelerini. Aceleyle “kamu”laştırmaya kalkıyorlar. Soruyoruz, yurt savunması mı mevzubahis, harp durumu mu var? Hangi olağanüstü halin içindeyiz ki “acele kamulaştırma” yapmaya yelteniyorsunuz? Hukuksuzluğun, arsızlığın karşısına dikilen kadınları saçlarından tutup sürüklüyorlar. O kadınlar ki cefasını çekmişlerdir bu dünyanın. Cefaları o tutup sürükledikleri saçların beyazındadır. Ama bu aç gözlülüklerinin sebebi yalnız oradaki termik santral değil süphesiz. Zeytinlik yasasını değiştirip Akkuyu Nükleer Santralı’nda önlerindeki en büyük engeli ortadan kaldırmak niyetindeler. Yırca’da test ediyorlar direncimizi.Bizi soktukları madenler çöktü. Bir yandan “büyük devlet” olarak Avrupa’daki iş cinayeti birinciliği, dünya ikinciliklerini kutlarken, 301 işçinin can verdiği Soma’nın üzerine, 18 işçiyi gömdükleri Ermenek’in üzerine şimdi çıkıp “iş güvenliği paketi” diyorlar. İçine koydukları para hortumlarını saymıyorum, dalga geçer gibi bunca ölüme yol açan, canları pahasına işçileri madene indirten rödovans sistemini kaldırmak bir yana 5 yıldan en az 15 yıla uzatıyorlar. Suratımıza tükürüyor, ölülerimizin üzerine basıp geçiyorlar. Ölülerimizin üzerine bin odalı Versailles Sarayı’nın bilmem kaç katı saraylar kuruyorlar.Işte Nasuh Abi, durumumuz budur. Ben seni yıllardır, neredeyse yarım asırdır tanıyan arkadaşlarından değilim. Ne de benim bildiğim bir kan bağım var seninle. Arkandan ağıt yazmayacağım. Yas tutanların yaslarına hürmetim sonsuz ama haddim değil… İşte bu saatte beni sana, hepimizi kendi tarihimize ve geleneğimize bağlayan o bağı imdada çağırıyorum. “Geçmişi tarihsel olarak kurmak” der Benjamin “Onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak değil, “Tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.” Şimdi o geleneğe dönüyor ve senin parlayan anını bugüne çağırıyorum. Ve diyorum ki: Tarih bizi yalnız yaptıklarımız için değil ve belki en çok yapamadıklarımız için yargılar. Bu zalimlere bir arada gereken yanıtı vermezsek, hayatı savunamazsak bunu yapamadığımız için, tarihin mahkemesi hepimizi bununla mahkûm edecek. Eğer yere düşen zeytin ağaçlarının hatrına, madenlere tohumlar gibi gömülen madenciler hatrına, hergün hergün kanımızın son damlasına kadar sömürülen binler olarak, kendilerini Versailles’dan beş kat büyük saraylara layık görenleri, o saraylarda oturanların akibetine uğratamazsak bize yazıklar olsun. Bu yolda yürürken, an’ın an’ımıza ışık olsun.
Hükümetimiz “PKK ile mücadele ve Kürt sorununa” bundan sonra yepyeni “yeni strateji” ile yaklaşacakmış. Bu yeni stratejinin ana ayaklarını neler oluşturuyormuş? Bir kere mealen İmralı›da Abdullah Öcalan, Kandil›de veya Avrupa›da PKK muhatap alınmayacak, devre dışı bırakılacak. Güneydoğu›da ve diğer bölgelerde yaşayan Kürt vatandaşlar, PKK ve KCK›nın baskısından kurtarılacak. Bu amaçla doğrudan halk muhatap alınacak ve sivil siyaset kanalıyla çözüm aranacak, ipleri İmralı ve Kandil›in elinde olmayan, demokratik yollarla seçilerek Meclis›e gelmiş, siyasi inisiyatif kullanabilecek parti veya partilerle muhatap olunacak.Bu strateji için çok mu uğraşmış acaba AKP’li stratejistler? Son otuz senedir bu “sorunu” çözmek için uygulana gelen politikalara baksalardı pek gerek kalmazdı “yeni” sini bulmaya. Ha bunun farkı ne derseniz, o da AKP’nin “ben yaptım, oldu” stratejisinde gizli. Şimdi AKP bir kere kuvvetle inanıyor ki “ergenekonu” tasfiye ederek asker, polis, istihbarat ve ABD ile kurduğu milli birlik ve beraberlik ve iman birliği, PKK ile mücadelesinde sihirli bir değnek olarak “sivil siyaset” eliyle bölgede yapacağı operasyon, yağdıracağı bomba, öldüreceği insan dolayımında kendisine “çözüm” olarak dönecek. Yani otuz senelik strateji değil onu icra edenler yanlıştı(!) Yoksa şimdi bütün bunları icra eden AKP ve malum şekilde örgütlenmiş bulunan güvenlik güçleri olunca netice farklı olacak. Ha bire sivil siyasetle çözüm aranacak denmesi bu noktada daha da tüyler ürpertici. AKP’nin genel icraat çizgisine bakarak bu “sivil siyaset” vurgusunun ne menem bir manipülasyon olacağını tahmin etmek zor değil. Bu vurgu muhtemelen ve öncelikle daha fazla askeri operasyon demek. Aynı anda şunu da hatırlayalım. AKP ve cemaat, bölgede Kürt siyasi hareketinin rakibi olacağına da kuvvetle inanıyordu bir vakitler. Kürt halkının seçimlerdeki yanıtı AKP ve hempalarının beklentisinden biraz(!) farklı oldu. “Yetkililerin” 18 ve 22 yaşında iki kızı Newroz’da kendini ateşe veren ve AKP ile Saadet Partisi binasını işgal eden Saliha Hanım’a gelip bizden barış değil “bizden iş aş isteyin” rüşvetini önerme cüreti bu inançtan kaynaklanıyordu. Saliha Hanım “senin evladın yansa sen ne istersin, iş mi?”dedi o yetkiliye. “biz barış istiyoruz!” diye çarptı cevabı suratına. Seçimler bu talebin yalnız Saliha Hanım’ın talebi olmadığını gösterdi. BDP tüm gayretlere yasaklama ve baskılara rağmen bölgede “Kürt sorununun” asıl temsil hakkını elinde tutmaya devam etti. Satın alınamayan, AKP politikalarına, ve networklerine dahil edilemeyen Kürtlerin “sorun”unu çözmek için hala asıl aktörleri muhatap almayarak, “çakma” aktörler, partiler icat etme peşinde mi olacak bundan sonra AKP?Bu yeni stratejiye ve Newroz saldırısına bakarak, evet! Hükümetin gazeteleri, istihbarat kaynaklı provokasyon “haber”lerine 18 Mart’ın çok öncesinden başladılar. Her yıl 21 Mart’a en yakın pazar günü kutlamalar yapılmasına, hatta bu kutlamalar bir haftaya yayılmasına rağmen, bu yıl AKP “Newroz sadece gününde kutlanır” diye tutturdu. Sonuç, İstanbul›da Hacı Zengin başta olmak üzere ölüler, yaralılar, gözaltılar, tutuklamalar, milletvekillerinin yumruklanması, yaralanması hastaneye kaldırılması. “Geleneksel bir Türk bayramı” hali olarak “nevruz” yani(!). Bir de geleneksel takım elbise ile, elele sönmüş ateşlerin üzerinden atlama rezilliği var, pardon! Son olarak da tüy kabilinden sivil olarak da şehit olabileceğimize dair bir kanun tasarısın hazırlamış hükümetimiz. Bölgede “iş, aş” rüşveti ile satın alamadığı özgürlük ve barış talebini bastırmak için kullanacağı ve muhtemelen ölecek olan çocukların ailelerine ne güzel bir teselli düşünmüşler hep birlikte(!) İçiniz rahat olsun sizin de sevgili okuyucu(!) Eğer bu yepyeni stratejiler sonucu otuz senedir olageldiği gibi şehirde patlayan bir bomba sonucu can verirsek şehit olarak ölebileceğiz. AKP ile çözüme doğru yaklaşıyoruz işte! Her canlı bir gün ölümü tadacaktır nitekim!Fakat tabii yine AKP’nin bütün bu meselelerde hesaba katmadığı bir şey var. O da Newroz’un isyan ateşinin onların istediği yerde değil, kendi istediği yerde yanması daima. Kimi zaman bir Diyarbekir zindanında, kimi zaman Kadifekale’de kimi zaman İstanbul’da. Kendini ateşe vereni mi, başkasını mı yakacağı hiç belli olmuyor ama!Pınar Öğünç, Bu Ateşin Üstünden Nasıl Atlayacaksınız? 19.03.2012, Radikal,
Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’daki duruma dair memleketin pek çok akademisyenin altına imza attığı bir bildiri yayınlandı. Vangelis Kechriotis sayesinde yayınlandığını öğrendiğimiz bildiri kadar yayınlandığı gazetenin macerası da kendi gazetecilik geleneğimiz açısından ilginç ve öğrenmeye değer. Bildiri ilk olarak Eleftherotypia Gazetesi’nde yayınlandı. Ve bu tarih merkez sol çizgideki bu gazetenin tekrar “gazetecilerin kendine ait bir gazete” olarak yayına başlamasının ilk gününe denk geldi. Eleftherotypia 1975 yılında gazeteciler tarafından kurulmuş bir gazete olarak yayın hayatına başlamış, Tegopoulos ailesi tarafından satın alınmış, 2011 Aralık’ında da iflas etmişti.Buradan çıkan netice ne pek kendi açımızdan? Yunanistan’da Türkiye’dekinin aksine basın sektöründe gayet güçlü bir sendika var ve grevci gazetecilerin kendi gazetelerini çıkarmaları pek de olağanüstü bir durum değil. Bu bir. İkincisi Yunanistan memleketi mevzu bahis olduğunda gazetecilerin kendilerini “sol” da tanımlama ölçütleri bizimkilerden biraz farklı. Hayrettir ki(!) orada gazeteciler sendikalı olmayı, örgütlenmeyi solculuğun alamet-i farikalarından sayıyorlar. Köşemizden “politik doğruları” ilan etmek önemli bu devirde, bu koşullar altında, Türkiye’de. Ana akım medyada kendi doğrularını söylemekte ısrar edenleri kapı önüne koyuyorlar, o da doğru. Kartel medyası ve politika söz konusu olduğunda “farklı görüşlere” kenar süsü muamelesi bile gereksiz, hukukmuş ifade hürriyetiymiş berhava. Biliyorduk. Yahut bilmiyorsak yaşayarak öğrendik. Öğrenmediysek kim bize ne etsin bu saatten sonra? Hepsine tamam. Ama insan düşünmeden edemiyor işte, işlerimizi kaybetmeyi çok daha önce göze alsaydık, örgütlenseydik, bu kadar kolay mı olurdu bu gün sepet havasını çalmaları iktidar borazanlarının arkamızdan. Lafı uzattık Yunanlı akademisyenlerin bildirisine pek az yer kaldı. Ancak merak edenler orijinal metne ve İngilizcesine aşağıdaki linklerden ulaşabilir.“Toplumu ve demokrasiyi savunmak için… Yunanistan ve Avrupa, birbirini besleyen bir krize gömülmektedirler. Öyle bir kriz ki bu; Birliğin kurumsal zaaflarını açığa çıkarmakla kalmıyor, muhafazakar iktidarların neoliberal tarifler uygulayarak bu krizi nasıl kabul edilemez bir şekilde işlettiğini de gösteriyor. Ne kadar zor görünüyor olsa da, küreselleşmeye yeni bir anlam kazandıracak, tarihsel, ahlaki ve siyasal değerleri sunacak olan sosyal ve demokratik bir Avrupa için çalışmak zorundayız. Çünkü çözüm, ulusal ölçekte olamayacaktır, kıtamıza -hatta daha da ötesine- hitap etmek durumundadır. Bugün Yunanları küçümsüyorlar, yarın, güvensizlik ve kin duygularını besleyerek başka halkları küçümseyecekler. Avrupa tarihinde yıkıcı bir andır söz konusu olan. Böylelikle Yunanistan’la dayanışma, ilerici Avrupa’nın tamamı için siyasal bir mücadele alanıdır. Bu kaba ve sınıf odaklı söylem karşısında, yurttaşların -özellikle de şu an kriz dolayısıyla zarar görmüş olanların- ihtiyaçlarını ve deneyimlerini merkeze alan bir eleştirel düşünceyi önermek durumundayız. Bu metni imzalayanlar olarak, toplumun ve demokrasinin müdafaası için güçlü bir cephenin inşa edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Adalet, dayanışma ve demokrasinin temel ilkelerinde, yani liberal ve demokratik bir yönetimde yurttaşın özelliklerini oluşturan unsurlarda ortaklaşan, kelimelere yeni bir anlam vermeyi, farklı bağlılıkları olan yurttaşları ve toplumsal alanlar arasında bir yaratıcı iletişim sağlamayı hedefleyen, farklı alanlardan insanları bir araya getirecek olan büyük bir ittifak… “Çıkmaz yol” mantığını, kolektif gururumuzu altüst ederek Yunan toplumunu itham eden temelsiz önyargıları reddederek, Yunanistan içinde ve dışında krizin sonuçlarını göstermeyi amaçlıyoruz. Yunanistan krizi, içinde yaşadığımız tarihsel dönemi temelden sarsan daha genel bir krizin parçasıdır. Böyle bir geçiş döneminde, toplumun gerçek anlamı kadar demokrasi ve yurttaşlık kavramlarının da zedelenme tehlikesi altında olduğunun farkına varılması ayrıca önemlidir.Orijinal metin Yunanca:http://koindim.wordpress.com/Mısır Gazetesi Jadaliyya’da yayınlanmış İngilizce versiyonu: http://www.jadaliyya.com/pages/index/4381/from-greece_declaration-for-the-defense-of-society
İsterseniz geçen Perşembe kaldığımız yerden devam edelim. Perşembe günü kaldığımız yer Antalya, kafamıza taktığımız konu sosyal sorumluluk idi hatırlarsanız. Şimdi zamanda ve mekânda küçük kayma ile bir başka yere konuk olalım. Efendim New York›un aşağı Manhattan semtindeyiz. Kafamızı kaldırıyoruz ve gökyüzünü arıyoruz. Gökdelenlerin arasında iki parça bulut görme hevesindeyiz. Sersem sefil dolaşırken Zucotti parka giriyoruz. Nam-ı diğer Liberty Plaza Park. Eski Amerikan Çelik’in binasının adıyla anılmış bu park. Bina namına yaraşır bir gök delen. Şu an Brookfield Emlak’ın malı. Siz tam burada “hey allaaam! zenginin malı züğürdün çenesini yorar” diye bir “la havle” çektiniz sanırım. Hah işte tam bunu peşindeyiz. Kim mi? Ben ve bu parkta yatıp kalmakta olanlar. Züğürt çenemiz zenginin malından konuşmakta. Zira tam etrafı çeviren gökdelenlerde ikamet etmekte ve bize tam manasıyla tepeden bakıp şampanya içmekte olanlar, insanlığın kanı canı pahasına zenginleşen %1. onlar zaten el koymakta oldukları emeğimizle yetinmeyip daha sömürülebilecek ne var diye bakmaktalar insana ve doğaya. İşinizi, sağlığınızı, eğitiminizi geleceğinizi, toprağınızı, ormanınızı, evinizi ve hatta sofranızdaki yiyeceğinizi çalmakta, çalınanları har vurup harman savurmakta bir an bile tereddüt göstermemekteler. Bize su bile yok onlara bakarsanız. Biz kelimenin her manasıyla aşağıdakiler ve dahi az yukardan düşerek aramıza katılmakta olanlar, şimdi kırmızı tişörtlü ve sakallı bir adamın etrafında toplanmış onu dinlemekteyiz. Duyamayanlar duysun diye, duyanlar kırmızı tişörtlünün her söylediğini yüksek sesle tekrar etmekte. Zira kendi sözlerini oturma odalarımıza kadar televizyon radyo ve gazetelerinden çıkardıkları anlamsız gürültüleriyle ulaştıranlar megafon kullanmamızı yasaklamış orada. Sesimizi duyurmanın tek yolu hep birlikte bağırmak. Sakallı adam da sosyal sorumluluğa takmış bakın: “Starbuck’s kapuçino’ya” diyor.(ödediğiniz paranın) “%1’i dünyanın açlık çeken çocuklarına gidiyor” bir tören gibi tekrarlıyoruz: “açlık çeken çocuklarına gidiyor. İş ve işkenceyi taşeronlaştırmamızın ardından bunu yapmak kendimizi iyi hissetmemiz için yeterli. “.(Tam burada sosyal sorumluluk bağlantısı devreye giriyor ve aslında biz tam bu noktada Antalya’dan, Manhattan’a matrixleniyoruz. Ek bilgi olarak vereyim; Efendim zaten bu Starbucks’a 5 dolar bağış yaparsanız bu bağışı Amerika’da iş yaratmak için çalışan organizasyona verecekmiş. Ben de çok duygulandım evet! Fakat Starbucks iki sene önce 6000 kişiyi bir anda işten atmamış mıydı? Hımm! Atılacak zaman var Amerika için İş yaratılacak zaman var! Kırmızı tişörtlü devam ediyor:”Hatta evlilik ve aşk bile şu an evlilik ajanslarına taşerona veriliyor.”tekrarlıyoruz “…..taşerona veriliyor” “kendinize aşık olmayın!” tekrarlıyoruz “…olmayın!” “Kapitalizm ve demokrasinin evliliği sona erdi!” tekrarlıyoruz: “sona erdi”. Sonra Roma’dan, Tokyo’dan, Kahire’den Tahrir’den ve 1497 başka kentinden dünyanın sesimize ses geliyor. Bu memleketten bu hususta pek ses çıkmadığına bakmayın. “ABD’nin ve Avrupa’nın meydanlarından ses çıkmaz” diye kuvvetle inandığımız günleri hatırlayın. O içinde aktığımıza inandığımız uçsuz bucaksız nehir, büyük gelenek 1600’lerin başında Lordlar Kamarası’nı havaya uçurmak isterken yakalanmış, işkenceyle öldürülmüş ve cesedinin her bir parçası krallığın dört bir yanına dağıtılmış bir garip kişiyi hatırlamayı becermiştir. İhtiyaç duyduğu anda, bugün tarihin derinliklerinden bir parlama olarak çekip çıkardığı Guy Fawkes’i o meydanlarda dolaştırmaktadır. Rivayet o ki, bugüne dek parlamentoya dürüst niyetlerle giren yegâne kişi o dur. Yine rivayet o ki merhumun ruhu Birleşik Krallığın dört bir yanından Tahrir’e, oradan Manhattan’a okyanus aşarak ulaşıp, tepedekilerin koltuklarının aniden sallamaktadır. İnşaat şirketlerinin reklam meraklısı patronlarının ekranlarımızda belirme sıklığına bakarak kendisinin memleketimiz semalarında belirme zamanın çok da uzakta olmadığını söyleyebiliriz. Memleketimizin kibirli “seçilmiş”lerinin koltuklarına bu nebze küstahlıkla ve konfor içerisinde oturmuş olmaları, bu küstahlık ve konforlarının sonsuza dek süreceği anlamına gelmiyor velhasıl.
İçinde bir sıkıntı, sıcağa yaza yormaktayım. Ama bundan bahsetmeyeceğim size. Can baba›yı alıntılıyorum diyeyim siz anlayın. Diğer yandan memleket gündemi malum. Sürmekte bulunan sınıf temelli katliam, son yüz yıldır üzerinde denenmemiş zulüm türü kalmamış bir halk. Cins temelli katlimiz. Ama mevzu bu da değil. Karabasan AKP iktidarının, nasıl bir iktidarsızlık ve yeni yetmelikse artık her gün yeniden ve yeniden üzerimizden tatmin ihtiyacı. Her şeyi ben yaparım olurculuğu. Sınır içinde ve sınır ötesinde bir savaşın emareleri? Hayıııır bunlar da değil! Gündemin şike ile dolup taşması, memleket medyamızın karayılana yakalanması? Cık! Dünyadan bir isyan haberi? Hayır! Sopalı Türkler Londra sokaklarında boy gösterdi göstereli haber edesimiz kalmadı. Konum bu da değil ama Londra’dan konuşurken neden Somali geldi aklıma? Avrupa sağının propagandasından etkilendim belli. Ne araz çıkarsa bu siyahlardan, göçmenlerden biz kara kafalılardan çıkıyor. Fakat neden göçtüler ki bunlar Londra’ya gül gibi memleketleri varken? Al bir de istatistik Birleşik Krallık’ın en büyük göçmen gruplarından biri Somalililer. Somali bin yıllarca, Afrika da ticaretin en önemli merkezlerinden biriyken, pazarlarındaki tahıl meyve, hayvan, et bolluğu Avrupalı gezginlerin parmaklarını ağızlarında bırakırken nasıl oldu da merhamete muhtaç kaldı? 1885’de Berlin’de Afrika’yı parsellemeye kalkanların, oraya “medeniyet” götüren ve silahları ile o kara kıtaya girip ölümle ve çalınacak ne varsa onunla bu kıtayı terk edenlerin hiç mi suçu yok? 1920’lerde Somali kıyılarını döven Britanya bombardımanının bir alakası yok tabii bütün bunlarla. Ya iklim ve çevre felaketleri? Gözü dönmüş sistemin köle ticaretine, ve Afrika’daki insancıl “madenciliğine” dair bir satır bile yazmıyorum dikkat ederseniz.Eh yeter artık diyorsanız, hazır da çevre felaketlerinden bahsi açmışken ve de Somali son altmış yılın en büyük kuraklığı içinde ölürken, sadede geleyim. Bugünkü konum Kanada’dan Teksas’a çekilecek bir petrol boru hattı. 1.700 millik ve günde 1.1 milyon varil ham petrolü Meksika körfezine taşıyacak bu hattın adı alay eder gibi Keystone XL. Ancak taşıyacağı petrol bildiğiniz petrol kuyularından çıkan ve sıvı halde bulunan petrolden biraz farklı. Yarı katı ve katı halde bulunan zift veya katran şeklinde petrol yatakları var Kanada’da. Normal şartlar altında işlenmesi son derece pahalı, işlemek ancak petrol fiyatları yükselince “rasyonel” hale gelmiş. Yalnız ufak bir sorun var. Tüm bu süreç varil başına dört beş kat daha fazla sera gazı salınımı, toplamda petrol üretiminin yol açtığı sera gazı oranının %10 ile % 45 arasında artışı demek. Bir de petrolün toz toprak ve kumdan ayrıştırılması bol miktarda su gerektiriyor. Günlük 400 milyon galon kadar. O su da geri doğaya boşaltılıyor içinde biraz ekstra siyanür ve amonyakla. Bu arada bu hattın inşa edilen ilk bölümü bir yıl içerisinde 5-6 kez patlamış hali hazırda. Neden? Gerekenden daha ince bir boru kullanıldığından. Kısaca petrol hattının inşası yalnız Amerikan yerlilerini yerinden yurdundan etmekle kalmıyor, bu gezegenin yerlisi olan tüm insanlığa, İstanbul’dan Mogadişu’ya, Çin Seddi’nden Viyana kapılarına, Toronto’dan Meksika Körfezine, hepimize kapak oluyor. Pardon başka bir mavi yeşil gezegen keşfetmiş de yarın oraya taşınacakmış gibi davranan, Kazdağları’nda siyanür kullanan, Karadeniz’in HES’lerle can suyunu kurutan, Keystone XL ile çanımıza ot tıkayan o “rasyonel” çok uluslular hariç tabii. Onlar gökyüzüne bakıp ıslık çalıp, para desteliyorlar. Bu arada James Hansen’e sorarsanız- şu NASA’dan iklim aktivistliğine terfi etmiş bulunan meşhur iklim bilimci- bu hat işletilirse hep birlikte partiye başlayabiliriz. Zira dünyayı kurtarmak için yapacak bir şey kalmıyor. Tüm bunlar bir imzaya bağlı. Başkan Obama’nın imzasına. Bir felaketin içinde az da olsa gün ışığı olmalı. Sayıları binleri aşan bilim insanı, sanatçı aktivist, aralarında sözünü ettiğimiz James Hansen, David Suzuki gibi aktivist-bilim insanları, Naomi Klein, Wendel Berry gibi yazarlar, yerli liderleri, köylülerin sanatçıların sendikacıların içinde olduğu bir grup, takım elbiselerini giyip, iş görüşmesine gider gibi Beyaz Saray’ın sınırlarını aşıp oturma eylemi yapıp kendilerini gözaltına aldırmak için cağrı yapmış bulunmaktalar. Obama’ya “İmzalama!” demek için. 20 Ağustos’ta başlayacak eylemler 3 Eylül’e kadar sürecek. Aralarında Cehennem Silahı filminden tanıdığımız Çavuş Rogher Murtaugh un olması ayrıca ironik. Danny Glover yani. Hani bir sahnede klozette, altına bir ton dinamit bağlanmış yüzünde salak bir gülümseme oturan adam. Altında, bombanın saati işlemekte. Tik tak. Nedense, yılların eskitemediği Pollyanna’cılığıma rağmen, top yekun insanlık olarak bu çavuşla aramızda inanılmaz bir benzerlik olduğuna dair pis bir his var içimde. Can Baba’ya dönersek”yıkıyorum, yıkıyorum, yıkılmıyor”
Yarış atına çevrilmiş evlatlarımız oğullarımız kızlarımız dörtnala girdiler son düzlüğe. O düzlükte dörtnala koştururlarken son ipi göğüsleyecekleri anda bir duvar çekildi önlerine. Tüm hızlarıyla o duvara çarptılar. Biz bu duvara YGS şifresi diyoruz. Zaten hem içerik hem şekil olarak bu küçük insanların kendi potansiyellerini, yeteneklerin keşfetmesine değil, bastırılmasına yönelik eğitim sistemimizin son halkasında işler iyice çığırından çıkmış durumda. Bu ölümlü dünyada yaşamamızın tek sebeb-i hikmeti olan kendini gerçekleştirme arzumuzu törpüleme makinesine dönüşen eğitim sistemi bize “Orada kal! Orada kal” diye sesleniyor. “Nerdeysen orada kal. Bir makine parçasına dönüş ve ömrünü bize hizmet ederek tüket. Sevmek gibi, yaratıcılık gibi, tüm bu dünyayı değiştirmek gibi potansiyellerini bir penyeye dikiş atarak, bir vida sıkarak, bir çantanın sapında hata var mı? diye bakarak harca!” Eğitim sistemi buna göre dizayn ediliyor. Yani altta olanları altta tutmak, emekçinin kızını oğlunu yine emekçi yapmak için.Tahsilde Müsavat YolsuzluğuBir önceki yazımızda da dedik, tarih ucunda bir ok illa ileri gitmez diye. Bakınız Doğu Anadolu Vilayetleri Umum müfettişi Müşir Şakir Paşa “nihilizm anarşizm sosyalizm gibi yıkıcı hareketler eğitimin sınırsız boyutlarda genişlediği Avrupa ülkelerinden çıkmıştır” buyurmuş 1896 tarihinde. Ne isabetli bir tahlil 1968’e bakınca. “Yoksul köylü çocukları idadilerde-eski ortaokullar- okurlarsa” demiş “bu onlara yüksek öğrenim yolunu açar. Orada zengin çocukları ile birlikte okurlar. Ama onların aksine doğru dürüst bir iş bulamazlar. Bu memnuniyetsizlik içinde devlete muhalif olur bunlar” demiş. “Sosyal mevkilerine uygun bir eğitim verilsin bunlara” demiş. Mealen öyle sağa sola yukarı tırmanmasınlar sosyal olarak yerlerinde tutalım demiş. “tahsilde müsavat yolsuzluğunun (eğitimde eşitsizlik uygunsuzluğunun)önüne geçilsin” diye önermiş. Yöntem olarak da demiş ki “bu okullara sıradan halkın ödeyemeyeceği yükseklikte bir öğrenim ücreti getirelim”. Tanıdık geldi mi? “Mesleki eğitimin bir memleket meselesi olması, çıraklık eğitimi” gibi meseleleri tartışırken paşanın açık sözlülüğü daha faydalı olurdu şüphesiz. Kabaca geçtiğimiz yüzyılın başından sonuna bir parantez olan “sosyal devlet” tarihe gömülmüşken, okul müdüründen girişimci, öğretmenden tezgâhtar, öğrenciden müşteri yaratmaya çalışanlara müjdeler olsun ki bu yol da ilerlemekteyiz! “Tahsilde müsavat yolsuzluğunun” önü alındı alınacak. Üniversiteye girebilmesi için çocuğumuzun, daha eğitimin ilk kademesine adım attığı andan itibaren dikkatli olmalı ve eğer varsa paranız, para dökmelisiniz. Senelerce süren dershane çilesi saymıyorum bile. Eğitimin içeriği mi? Ondan bahsetmeye bile değmez! Yeter ki çocuk o sınavlarda doğru şıkkı işaretlesin. Paranız yoksa hiç yanaşmayın eğitim sistemine. Asgari ücrete çalışmanızı engellemeyecek, “bu işyerinde asgari ücret uygulanmaktadır” yazısını okuyabilecek kadar eğitim neyinize yetmiyor?Hızlandırılmış KursKoştura koştura, kan ter içinde köpüklere boğulmuş, gözleri büyümüş ve ağızlarında gem son düzlüğe giren o yağız atlarımız, milyonların içinde eğitime ulaşabilmiş, o ana dek gelebilmiş en şanslılarımız, çocuklarımız son yarıştalar. Daha doğrusu bu yarıştaydılar. Ama bu berbat yarışların sonuncusunun, daha da berbat olma ihtimali varmış. Bu adaletsizlik daha da adaletsiz olabilirmiş. Bizi kendimiz olmaktan, bu çocukları çocuk ve genç olmaktan alıkoyan bu zulmün daha da katmerlisi icat edilebilirmiş. Öğrendik. ÖSYM’ye operasyon yapan AKP zihniyeti her adaya özel birer soru kitapçığı saçmalığına girişmiş. Buna eğitim bilimciler kabalığımı affetsin, işgüzarlık demekten başka bir söz bulamıyorum. Böylesi sıkıştırılmış bir sınavda soruların nasıl dizildiği öğrencinin başarısını etkiler. Bunu tüm eğitimciler bilir. Bunu benim gibi sınavlara girmiş herhangi bir öğrenciye sorsanız o da bilir. O zaman ÖSYM’ye ilk sorumuz budur. Neden illa da her öğrenciye bir soru kitapçığı diye tutturdunuz? Pedagoji ilmi açısından bunu bize bir açıklayın. Sınav salonlarında estirdiğiniz polisiye havasını da ekleyerek, güvenlik falan mı diyeceksiniz? Salonlarda göstermelik tedbirler, tek tek soru kitapçığı derken, kopya zembille ÖSYM’nin kendisinden inmedi mi? Belli ki ÖSYM’deki işgüzar-siyasi irade de diyebilirsiniz- tek kitapçıklar icat etmekle kalmamış bir takım şifreler de icat etmiş. Ama tabii ÖSYM değil, bunu haber yapan medya suçlu bu durumdan. ÖSYM Başkanı Ali Demir çıkıp saçmalıyor gözümüzü önünde “şifre vardı yoktu” oyunu oynuyor. Bazıları tatmin oluyor. Sonra bir kamera şakası gibi ÖSYM kendini soruşturacağını söylüyor. Tamam. Kamera nerede? El sallayacağız topluca. “Efendim benim şu elimde görmüş olduğunuz altınları çaldığım söyleniyor. Ama çalmadığım konusunda bana güvenebilirsiniz. Bir soruşturayım bakayım çalmış mıyım? Soruşturdum çalmamışım. El cevap: Tamam evladım! Ben tatmin oldum!”yukarıya giden tüm yollar tıkanmışken gözümüzün önünde verilen mesaj şudur: bizdenseniz tırmanabilirsiniz, ip merdivenler atarız önünüze, şifreler indiririz zembille.Yağız AtlarProvokasyonun alası yapılmıştır. Kan ter içinde köpüklere boğulmuş, gözleri büyümüş ve ağızlarında gem son düzlüğe giren o yağız atlarımız çocuklarımız o duvara çarpmışlardır artık. Şimdiden öğrenmişlerdir adaletsizliği, emeklerinin karşılığını alamamanın, aldatılmanın, ayrımcılığa uğramanın acı tadını ve ne olduğunu, topluca hızlandırılmış bir kursla kavratılmışlardır. Ama uyaralım isterseniz iktidar sahiplerini: ne çıkarsa bu gençlerin başının altından çıkar. Onlar kendilerini gerçekleştirmek konusunda hepimizden daha gözü pek olabilirler. Yağız atlarımız ağızlarında gerilmekten kopacak hale gelmiş gemi fırlatıp atabilirler. Ve dörtnala üzerinize koşarlarsa aralarından bazılarını vurmaktan çekinmesiniz biliriz. Ama kimileri de menzile varır bunu da biliriz.
Geçen hafta dananın kuyruğunun koptuğu yerde kalmıştık.Sri Lanka’dan. İlkokulu bitirir bitirmez çalışmaya başlamış olan Krishanthiden bahsetmiştik. Ayda 49.15 Euro kazanan. Çalışmaya başladığından beri de ailesine bakmak için gece vardiyalarında geçirmiş olan yıllarını. Fazla mesai yapıp 74 Euro’ya yükseltebilen(!) aylığını “Son altı yılda tüm yaptığım parayı eve göndermek. 12-14 saat çalışıyoruz, pazarları ve tatillerde çalışıyoruz. Ama temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir ücret alamıyoruz.”diyen kadın. Guangzhou’da Liuxia sonra, 17 yaşında çalışmaya başlamış hani. Şimdi otuz yaşında, evli bir oğlu var. Ayda 1200 Yuan/126 Euro kazanıyor. Bunun 400 Yuan’ı kiraya gidiyor. Hindistan dan Neelam sonra. Kocası güvenlikçi. Dört kızı ve bir oğlu var. Banyo ve tuvaletlerini 20 aile ile paylaşıyorlar.Demiştik ki bu minicik kadınlar ve adamlar işverenlerin “bak kapatırım fabrikayı, ya da gider bilmem nerede açarım siz işsiz kalırsınız” tehdidiyle kendilerine köle muamelesi yapılmasına bir “yeter!” çekmişlerdi en son. Hindistan’dan, Bangladeş’ten Kamboçya, Endonezya, Sri Lanka, Tayland, Çin ve Hong Kong’dan işçiler, işçilerin örgütleri sendikalar dernekler, STK’lar, Avrupa’dan ve ABD’den benzer kurumlarla bir araya gelip “şu parmak sallama işine bir son verebilir miyiz?” diye uzun süre kafa yormuşlardı.Temel ihtiyaçlarını karşılayacak , ülke bazında değil ama bölgesel taban ücretinin hayata geçirilmesi yolunda ilk adımları atmaya çalışmışlardı. Öncelikle tekstil ve hazır giyim sektörünün ilk halkasında bulunan fabrikalarda bu taban ücretinin sağlanmasını talep etmişler, kampanyalarının hedefine de muhatap olarak, Avrupa’nın “ucuzcuları” Lidl, Aldi gibi büyük perakendecileri, süpermarket zincirlerini koymuşlardı. Bu zincirler Asya ülkelerinde hem çok büyük miktarlarda, hem de oldukça düşük fiyatlarla üretim yaptırıyorlar. Üzerine bir de doğru düzgün koşullarda üretim yaptıklarını iddia ediyorlar. Diğer yandan bu “ucuzcu”ların müşterileri senin benim gibi insanlar. Yani parası az, ama gönlü geniş olanlar.Postacı Kapıyı ÇalıncaŞüphesiz bu işçiler kadınlar ve adamlar sadece fabrikalarının önünde kalsalardı bunları talep ederek pek fazla sorun olmazdı bu devler için. Ama o da ne? Postacı evlerinin-Avrupa’daki genel merkezlerinin kapısını çalıyor. 10 adet postacı, on bin adet kartpostal getiriyor kendilerine Avrupa’daki tüketicilerinden. Hani şu parası az, gönlü geniş olan “müşteriler”den. Kartpostalların üzerinde ne mi var? “lütfen mallarınızı ürettirdiğiniz işçilere hayatları insanca sürdürebilecekleri gerçekçi bir ücret ödeyiniz!” STOP!. 9.853 dilekçe-vari kartı ulaştıranlar, postacı kılığına girmiş Temiz Giysi Kampanyası’nın aktivistleri. Bu aktivistler Carrefour, Cora and Lidl Belçika’nın temsilcilerini Asya’dan gelerek Belçika’yı ziyaret edecek olan sendika ve işçi temsilcileri ile buluşmaya davet etmeyi de unutmuyorlar bu arada.Giysiler ucuz, Pabuç Pahalı!Bununla kalmıyor üstelik. Almanya’daki temiz giysi kampanyası Lidl’in Asya’da üretim yaptırdığı fabrikalardaki çalışma koşullarının düzeltilmesi için kampanyaya başladığında Lidl kamuoyu önünde çalışma koşullarının “adil” ve “düzgün” olduğunu iddia etmiş bu iddiasını da kendisinin BSCI(Avrupa Dış Ticaret Derneğinin kurduğu sosyal sorumluluk inisiyatifi) üyesi olmasına bağlamıştı. “Kendim yaparı, kendim denetlerim” bir çeşit. Ancak Hamburg Tüketici Ajansı ve Avrupa Anayasal ve insan hakları merkezi’nin((ECCHR). Temiz Giysi Kampanyası (CCC) ile birlikte bir dava açtılar Lidl’e karşı Hamburg’da. Lidl’in broşürlerinde çalışma koşullarının adil ve düzgün olduğuna dair iddialarının gerçeği yansıtmadığını belirttiler. Bu iddialarının da CCC ve ECCHR raporuna dayandırdılar. Sonuç ne mi oldu?. Koskoca Lidl, baktı ki pabuç pahalı mahkeme sürecini durdurup kampanya ile masayı oturmayı seçti. Yani hem BSCI süreçlerinin çalışma koşullarının düzgün ve adil olmasını denetleme konusundaki yetersizliğini hem de kendi adaletsizliğini ve çalışma koşullarının kötülüğünü kabullenmiş oldu.Devlerin GözleriBu, ilk adımlardan biri, bir mevzi savaşında küçük bir zafer. Ama kuşatma sürüyor. Yalnız fabrikalardan değil şüphesiz. Öyle olduğunda devasa maddi güçleri ile bu dünya devleri biz minik kadın ve adamları kolayca göz ardı edebiliyorlar. Bu devlerin de canının yanabileceği bir yer var ve o yerden de dürtmeli. O fabrikalarda üretilen malların ulaştığı son noktadan. O pek kıymetli pazar paylarından, milyonlar harcadıkları, milyonlarla alıp sattıkları “marka değerlerinden”. Lidl ve Aldi gibi süpermarketlerin mallarını üreten Bangladeşli işçiler kalkmışlar Almanya’ya gelmişler bu günlerde. Çalışma koşullarını anlatıyorlar onların müşterilerine. Ödenmemiş fazla mesailerini, açlık ücretlerini, canı burnunda işçi sağlığı iş güvenliğinden yoksun çalışmayı. Duyan kulaklar, gören gözler için. Ve devlerin gözlerinden vurmak için. Bu arada, bu vesile ile 10 Kasım “İnsanlar İçin Haklar, Şirketler ve Ticaret İçin Kurallar Günü” nüz kutlu olsun!
